Doğumu 1914 / 1330 idi… Serpildiğinde annesi O’na, babasının, “kendisi daha bebek iken ‘harp’te öldüğünü (yetim kaldığını)” söylemişti O’na.. Babasızlığının acısını tüm yaşamında hep çekti. Hatta, okuyamamasını bile babasızlığına bağladığını biliyorum. Babasına olan özlemi o kadar fazla idi ki, “Soyadında olsun” onunla “buluşmayı” istiyordu. Bu yüzden 1982 yılında bana; –Baba soyadımı tekrar alamaz mıyız (?) demişti… Soyadı kanunu da koparmıştı babasından O’nu…

Mahkeme’ye müracaatım sonucu ‘Baba-Ata’ soyadına kavuştu. O güne kadar soyadı “Özbeşikçi” idi, o günden sonra “Hayri Musaoğlu” olarak yaşamını sürdürdü(Ö.1996).

Bana mı öyle gelmişti bilemiyorum; ama, ‘baba’ soyadına kavuştuğu günden sonraki hayatı daha mutlu geçmişti sanki…

Babasının ismi ‘Musaoğlu Ahmet’ idi ya da ‘Ahmet Musaoğlu’…

Ahmet Musaoğlu bu yazının sahibinin/benim dedem’di… Onun ismi “emaneti” şimdi “Ben”de sürüyor/yaşıyor.

Ne yazık ki de, “Dedem Ahmet Musaoğlu”na ait bir hatıram yok neredeyse hayatımda. Çünkü, “babam’da da babasına ait” bir anı yoktu. Babasıyla yaşadığı hatırası olmadığı için de ‘oğluna/bana’ “”babasından/dedesinden” aktaracak bir anısı da olmamıştı. Dolaylı “iki bilgisi” vardı, babası hakkında; “Bana” anlattıkları da onlar, onları sizlerle paylaşacağım…

Şehrimiz Trabzon

Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği; oğlu II.Beyazıt’ın ‘hakimlik’ yaptığı; onun oğlu Yavuz Sultan Selim Han’ın, 23 sene şehzadelik yaptığı; oğlu Kanuni Sultan Süleyman Han’ın ise doğup büyüdüğü, ama “Dört Osmanlı padişahının” bizatihi soluduğu, “Eski Bir Başkent Ruhu” taşıyan mahallesi Ortahisar’da geçen hadise şu…

Fatih Camii’nin hemen karşısında eskiden “kahvehane” olarak bulunan yerin önünde sohbet etmekte olan mahallenin büyüklerinden biri, 10 yaş civarında iken oradan geçmekte olan Babamı, çevirip; –Sen kimin oğlusun(?) diye sormuştu. Babam, –Ahmet Musaoğlu’nun cevabını vermesine rağmen, –Hayır sen onun oğlu değilsin cevabı karşısına dikiliyordu!…

-Oğluyum ve -Değilsin şeklinde bir müddet süren “çatışma” hâli, sonrasında Babamın, –Yaa amca, neden öyle söylüyorsun (?) diye kesilince, Babamın aldığı cevap; –Eğer Ahmet Musaoğlu’nun oğlu olsaydın bizi yedirirdin olmuş…

Bu söz üzerine Babam, koşup yakındaki fırından “bir ekmek” alıp “-Yaa amca..”’ya getirmiş, bunun üzerine adam Babam’a; –Evet…Sen onun oğlusun demiş…

İşte, dedem Ahmet Musaoğlu’na ait “iki hatıram’dan” biri bu… Diğeri ise, Dedemin de içinde bulunduğu yaklaşık “90 bin fidan”ın (askerimizin) bir “Beyinsiz adam” yüzünden ‘KAR’dan adam’ oluşunun dramı oluyor… Sarıkamış felaketi… Allahûekber Dağları yaşam(sıZlığı)ı o

Babamı daha “bir(1) yaşında” iken bırakıp gitmek zorunda kalan “Dedem” Ahmet Musaoğlu’nun, “en son” görüldüğü yer orası… Babamın “doğum yılı” olan 1914 yılında, ‘Dedemin asker’ olarak bulunduğu Sarıkamış’taki Allahûekber Dağları o… Gül fidanı gibi yaklaşık 90 bin delikanlının, “ihram” giyer gibi “KAR kefen” giydikleri yer de o dağların güney yamaçları oldu…

Ahmet Musaoğlu Dedem, Trabzon, Zigana’dan sonra vardılar Erzurum’a… sonrasında 10.Kolordu ile Erzurum-Narman-Oltu-Ersinek Yayla… sonram Allahûekber Dağlarının güney eteklerinde Şehid oldu

Yiğit vatan evlatlarının, o dağlarda savaşacakları “tek bir düşman askeri” yoktu… Ayaklarındaki çarıklar, sırtlarındaki yelekler ile birlikte savaştıkları “tek düşman”, şiddetli kış şartlarıkar, tipi, fırtına; dondurucu soğukoldu…

İşte, Dedemi orada; tutmaya çalıştığı (bırakmadığı) katırlar ile birlikte son kez gören bir başka Trabzonlu asker, mahallemizden biri olmuş; onun bu haberi Dedem Ahmet Musaoğlu ile ilgili “son haber” olmuştu… Yeryüzündeki “son görülüşü” de o gün oldu. Bir ‘Allah-û Ekber günü’ olmuştu… 1914’ün son ayı, 1915’in ilk haftasında, Enver Paşa (-denilen o BEYİNSİZ adamın) komutasında 90 bin Türk askeri, yazlık kıyafetle çıktığı harekatta, Allahüekber Dağları’nda soğuktan donmuştu (1).

İlkbahar gelip de karlar eriyince, felaketin boyutu da ortaya çıkmıştı… Ağaçların üstünde insan iskeletleri görenler; –O iskeletler nasıl çıktı oraya (?) diye soruyordu… Oysa, ağacın üstüne çıkan şeyler iskelet değil;ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya çalışırken kıvrıldıkları yerde “donup kalan binlerce gül fidanımız (askerimiz)” oluyordu. Onların gül kokulu naaşlarını önce vahşi hayvanlar parçalara ayırmış, sonra da uçan kuşlar eşelemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler, işte bu yüzden karların erimesiyle ağaçların tepesinde görünüvermişti. Ayakları öpülesi ´yiğit oğlu yiğitler´in hazin hikayesidir bu. “Çoğunun kışlık parkesi, içliği ve hele öpülesi ayaklarında postalı yoktur. Çarık giymektedirler…Soğuk, yorgunluk ve açlık kıskıvrak yakalamıştır kolorduyu. Bu yiğit oğlu yiğitler donmanın olduğu fakat dönmenin olmadığı bir sevdanın çocuklarıdırlar…donarak heykelleşmiş bedenler ağaçlardan tapır tapır dökülü(yo)r…Sarıkamış ve Allahuekber Dağları’nın karlı kucağını şehâdetle teşrif ed(iyorlardı)…” (2). Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, hatıra defterine o günlerde: “Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim (-şehid) olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.” diye not düşüyordu…

22 Aralık 1914 ile 05 Ocak 1915 arasında Allah-u Ekber dağlarında, “Allah-u Ekber günleri” ve “Allah-û Ekber geceleri”nde yaşanan faciadır bu… “Sarıkamış felaketi” denilen de o, “mezarlarını arayan onbinlerce şehidin dramı” da o… Bu satırları yazarken titriyorum, gözlerim de doluyor, rahmetli Babam Hayri Musaoğlu’nn duyguları da sanki bana “yüklendi”, hislendikçe hisleniyorum…

İttihat ve Terakki’nin “ÜÇ BEYİNSİZ”inden biri, Enver olanı yüzünden “kar’dan adam” olanların dramını kim, ne kadar biliyor? “Orta 2. sınıf Tarih kitaplarında sadece 3 satır, Orta 3’te 5 satırla verilen (!), lise kitaplarında ise -ne hikmetse- hiç yer almayan bu çok önemli olayı hepimizin bilmesi gerekiyor.” (3). Pisi pisine donmaya terk edilen, cephane ve yiyecek bile ulaştırılamayan on binlerce asker, kuş uçmaz kervan geçmez, 3000 metreden yüksek dağlarda karlara gömüldü kaldı ya da KAR’ların altında bırakılmıştı ama(4), kimsecikler bunu bilmiyor. Mezarı bile olmayan delikanlılarımızın bazılarının iskeletleri 1980 yılına kadar o dağlarda açıkta kalmış, 12 Eylül harekâtından sonra oraya tayin edilen bir komutan, dağlardaki iskeletleri toplatıp gömdürtmüştü deniyor (4).

Türkiye, 90 yıl sonra Sarıkamış’a “ilk kez” 2004’de döndü!… Mezarını arayan şehitler, şehidini arayan torunlar Sarıkamış Faciası’nın 90’ıncı yılında orada buluştu… Genel Kurmay Başkanımız basın açıklamasında, belleklerde ´Sarıkamış Dramı´ olarak da yer alan bu tarihi olayın günümüzde unutulmaya yüz tutmuş ´bir neslin dramı´ olduğunu, o neslin bizlere, bugün üzerinde huzur, güven ve esenlikle yaşadığımız bu toprakları kanları pahasına armağan eden nesil olduğu belirtiyordu (5).

Unutulan bu neslin (-Sarıkamış) dramı tarihimizde; Rus ordusunu imha etmek için geniş bir çevirme manevrası olarak tanımlansa da, harekatın gerçekleşmesinin imkansız olduğu harekâttan önce “Enver Paşa denilen adama” söylenmesine rağmen, kendisinin o dönemin Almanya’sı ile yaptığı işbirliği (-Alman menfaatleri) yüzünden binlerce kahraman Türk askerinin yaşamı acı bir şekilde son buluyordu. “SARIKAMIŞ harekâtı hakkında askeri tarihçiler Rus Paul Muratoff ile İngiliz W. Allen’in yazdığı önemli bir eser vardır: “1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi”, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1966. Enver Paşa’nın amacı, Sarıkamış üzerinden bir kuşatma harekâtıyla “Rus ordusunun imha edilmesi ve bütün Transkafkasya’nın ele geçirilmesi”dir. O zaman “Turan ellerinde” isyanlar çıkacaktı! Yazarlar bu amacı “Enver’in aldatıcı muhayyilesi” olarak niteliyor. Almanlar harekâtın sakıncalarını görmüşler ama Avrupa cephesinde kendi yüklerini azaltmak için, Enver’i teşvik etmişlerdi! “Pan-Turan ordusu tamamen yenilse bile, Alman menfaatleri bundan zarar görmeyecekti!” (Sf. 234)” denilmesi de (6) zaten bu oluyordu.

‘Sarıkamış’ gibi olmasa da dramlar yine izleniyor, ‘Enver’ zihniyetli olanların yanlışlığı her dönemde dram olarak yaşanabiliyor. Sarıkamış Dramı günlerinde ortağımız (!) Almanlar, havucumuz (!) Turan (Pantürkist akım) idi…II. Dünya Savaşı sonrası ortağımız (-belamız) bu defa dostumuz (!) ABD, havucumuz da, Kore’de şehit verdiğimiz günler öncesine denk düşen NATO aşkımız (!) oldu… Hâlen ki tercihimiz yine ABD olsa da, havucumuz bu defa AB denilen illet (!) oldu… 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi, ülkemize Müslüman Irak’tan şehit gelmesini önledi ama, (Ortadoğu için) hazırlanmakta olan AB ordusu bünyesinde kahraman Mehmetçiğe rol (!) biçilmek istenmesi emeli yüzünden şehit gelme tehlikesi hâlâ da sürüyor. İnsan, Afganistan’daki “Hikmet Abi dramı” geçip gitsin istiyor…

Mehmet Akif rahmetli, “…karşımızda vatan namına bir kabristan yatıyor.” demişti.. Osmanlı’nın her karış toprağında şehid olanların uykuları hâlen de sürüyor: “Ben, Dedem Ahmet Musaoğlu’nun şehit düştüğü Allahûekber Dağları’na henüz gidemedim, ama, mutlaka gideceğim”; “Yaz aylarında gelirseniz, yeşeren Sarıkamış dağlarındaki çiçeklerin ve kuşların şanlı Mehmetçikten bir şeyler sayıkladığını hissedersiniz” deniliyor, inşallah hissedeceğim…

Ahmet MUSAOĞLU / 03.01.2005 – 04.01.2009-Günebakış Gazetesi