Kesin olan bir şey var: Yaşam gezegenimiz Dünya dahil Güneşimizin, yıldızların, ‘yıldız toplulukları’ olan Galaksilerin içerisinde bulunduğu Evren/Kainat sistemimiz ölecektir.

Yazmak istediğim bu değil; insana ‘Varlık İlkelerini’ “unutmama tokadıkendisine getirme nasihati” olan, ‘ölüm’..

Bize hiç uğramayacakmış gibi yaşayıp giderken ansızın bizi buluveriyor. Bazen bizim, bazen de bir yakınımızın kapısında..

Geçen hafta bir arkadaşımızın annesinin ‘kapısını’ çaldığında çıktı ‘karşımıza’ ölüm..

Ancak bu gibi hallerde zihnimizi kuşatır gibi oluyor, hemen sonrasında da –Yeniden Doğuş, yani yaşamın “İkinci Safhası” sanki hiç yaşanmayacakmış gibi– onu unutarak, yeniden, “yaşam/hayat” denilen hadisenin “İlk Safhası”nı sürdürmeye başlıyor insanoğlu. Ölümü, ‘hiç tadmayacakmış gibi’ yaşayarak…

***

Oysa, güzel bir söz var: “Ölüm tepemizde öylece durur, tekrarlanan nakarattır. -Bir adam diğerini gömdükten sonra kendisi uzatılır ölüm yatağına. Ve bir diğeri de onu gömer; bunların hepsi kısacık bir zamana sığar

Bu “değişmez” gerçeğe rağmen de insanoğlu, Ölüm’ün “Doğuş için” olduğunu anlamaktan uzaktır. Bu anlayışsızlığın sebebi, inkârından çok, yaşadığı ‘Sahte kendine ait olmayan– Kültürün –kültürsüzlüğün– getirdiği Bilgisizlik oluyor.

‘Bilgi yoksunu’ olunduğu için de, insanlar ölümü; yaşamın ‘dışındaki’ bir olgu olarak kabul ediyor. Uzun bir zamandır insanoğlu, ‘ölüm ve yaşamı’ birbirinden ‘ilgisiz’ iki ayrı unsur olarak kabul ettiği için de, ‘ölümü’ hatırlamak bile istemiyor. İçinden atamadığı ‘ölüm’ korkusundan kurtulabilmek için de, onu unutmayı; yaşamı “Tek/İlk Safha” olarak yaşamayı tercih ediyor. Hayat/yaşam bu şekilde, insan “ölümü yabanıllaştırmış”, ölüm de insana “yabancılaşmış” olarak yaşanılıyor.

 Halbuki, insanoğlunun “yeryüzüne ilk ayak bastığı” dönemlerde ‘ölüm’ insana ‘yabani’ değil, aksine ‘EVCİL’ bulunuyordu…

***

İnsanoğlunun yeryüzüne “ilk ayak bastığı” dönemde “insanla” birlikte “mutlaka olması, ama EVCİL’de olması gereken” unsurlar bulunuyordu:

Koyun, Keçi, Köpek… Buğday gibi

İnsanoğlu, “uygarlığını/medeniyetini başlatabilmesı için” bu olmazsa olmazları, “Yabani değil, Evcil bulmalıydılar”, olan da bu oluyordu.   

Sözkonusu bu “ilk başlangıç döneminde”, ÖLÜM de insanoğluna YABANİ DEĞİL, “Evcil” oluyordu..

Ölümün “Evcil olması” demek, insanın ölümden korkmayışı, onunla iç içe yaşaması demek oluyor. İnsanoğlunun, ‘Yaratıcısı’nın düzenlediği kozmosun (kainatın) ve onun içersinde yaşamakta olan ‘insan türü’nün “ortak yazgısı”nın, önce “ölüm”; sonrasında ise,  insanoğlu için “diriliş” de olduğunun, yani; “yaşamın/hayatın İki Safha” olduğunun insan tarafından “bilinçli” bir şekilde kabullenilişi olduğunu kastediyoruz. İnsanın, “her AN ölebileceğinin şuurunda” olma hâli de bu oluyor..

Uzak geçmişte; insanlığın yaklaşık MÖ.10.000 civarı olan “yeryüzündeki ilk döneminde” yaşanan “ölümün Evcil olması” sebebiyle, insanoğlu; ölülerini “evlerinin altına” gömüyordu. Çünkü bu ilk dönem(ler)de ölüm, insana henüz “yabanileşmemişti”.

Ne zaman ki ölüm, ‘Evcil’ olmaktan çıkıp, “insana yabanileşmeye” başlayınca, bu defa insanlar; ölülerini “evlerinin altlarına” değil, “bahçelerine gömmeye”, zaman içinde de, kendilerinden iyice uzaklaştırarak,yaşadığı alanlar dışındaki “mezarlıklara” gömmeye; “ölümü” hayatının dışına itmeye başladı. Çünkü, insanoğlu, “sahip olması” gereken “kimlikten” uzaklaşmış bulunuyordu.

Böylelikle de, insanın, ürktüğü/korktuğu, yanınayaklaştırmak bile istemediği ‘yabanıl’ bir olgu hâlini almıştır artık ‘ölüm

İnsanoğlunun, ‘ölümü yabanileştirmesi’ hâli debu…

Ölüm ile “yaşamın/hayatın” birbirinden uzaklaştırılması sonucu, insan ile ölüm arasında uzaklaşan –birbirine yabancılaşan– bir ilişki doğması hâli de bu oluyor..

Günümüzde, insandan neredeyse tamamen “uzaklaştığı” için de, önemli oranda,  ‘insanın düşüncesi’ olmaktan çıkmış bulunuyor artık ‘ölüm’. Uzak geçmişteki varoluşunun aksine, “Evcillikten” yabanıllığa dönüşmüş, vahşileşmiştir artık o.

İnsanoğlunun, –Ölümlü olduğunu hiç unutma diyebileceğimiz bir ‘öncel uyarı sistemi’ olan ‘ölümü kendisine hatırlatan’ hemen her şeyi ‘hayatından çıkarması’ da bu oluyor.

***

Oysa, ‘ölüm’ ne görmezden gelinebilir, ne de unutulabilir bir şeydir. ‘Varlık İlkelerine’ inanan insan için ise, ‘Dirilişe geçiş’ oluyor. ‘Yaratan’a uzanacak vuslatın “ara istasyonudur” o. Bu sebeple de, insan; kendisine “yabancılaşmış”bulunan “ölümü”,yeniden hayatına almak, geçmişte olduğu gibi “onunla yine iç içe” yaşamak zorundadır.

Fakat ne yazık ki de, görünen hâl; ölüme ‘yabancılaşmış’ olarak yaşanılıyor olunması oluyor.

Ölümü yabanileştirdiği için asıl kendisini ‘yabanileştirdiğinin’ farkında  olamayan insan için artık ‘ölüm merasimleri’, samimiyetsizliğin sergilendiği mekanlar oluyor.

Cenaze merasimlerine gelen önemli orandaki ‘samimiyetsiz insan’; kimin ağlayıp ağlamadığı, kimlerin çelenk gönderip göndermediği ya da merasime gelenlerin azlığı veya çokluğu ya da zengin ile fakir merasimleri arasındaki farkı değerlendirmek ile meşgul oluyor. Tabii ki de, ‘merasimciler’ arasında siyasiler varsa eğer –ki zaten başroldeler-, hangi kuruma kimlerin atanacağı sorunu (?) konuşuluyor. Hele bir de, ‘cenaze sahibi’ bir siyasi ise, görün bakın kuyruğu; ‘ekmek kuyruğu’ gibi uzuyor!..

Söylemek istediğim kısaca da şu: Günümüzde yaşanan cenaze merasimlerinde konuşması gereken ölüm, ‘susuyor’; cenazeye gelen ‘ölümsüzler/samimiyetsizler’ konuşuyor.

Asıl kendisi “Yabanileşmiş insan”, ‘ölümü’ susturuyor, kendisi ‘ölmeyecekmiş gibi’ konuşuyor.

Oysa hiç olmazsa ‘ölüm alanlarında’ konuşan ‘ölüm’ olmalıdır. ‘Varlık İlkeleri’ni unutan insana, hiç olmazsa o gün, ‘ölüm’; bir “nasihat/tokat” olmalıdır.

Ama olmuyor..

Örnek-Önder-Öncü insan Peygamberimizin; “Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kuran-ı Kerim’dir” buyruğundaki her “iki nasihatten” uzaklaşılmış olunduğu için; “ölüm” hadiselerinin yaşandığı alanlar, “yabanileşen insanın dedikodu yaptığıcenaze sahiplerine de, –Bakın ben de ölünüzün defin merasimine geldim gösterisinde bulunduğu” mekanlar oluyor…

***

Bu vesile ile belirtmek istediğim bir husus da şu oluyor:

Her insan ölümü tadıcıdır (İmran-185) ayeti gereğince, BEN de ölümü tadacağım..

Ne zaman, nerede, nasıl bilemem..

İşte, “o gün/AN” geldiğinde, bana da yapılacak ‘cenaze merasimimde’; hayatımda BANA, “madden/manen zulûm yapan” yabanileşmiş insanların, orada bulunup da, –İyi insandı demelerini ya da “kültür adamı geçinen kültürsüzlerin”, o gün benim için, –İyi Yazar-Enteelektüeldi’ demelerini istemiyor, dahası; onları şimdiden, “riyakârlar” olarak da ilân ediyorum.

‘Takım tutar’ gibi, partisini, liderini, hacısını hocasını tutup da, BANA; “ömrünüz bitiyor, muhalefetiniz bitmiyor” diyen “başörtüsü görünmeyen kadın ve erkek” cahilliğine de “hakkımı helal etmiyorum

İnsana ancak ‘ölüm gününde’ övgüler düzen ‘yabani insanlar’ın, hiç olmazsa ‘benim cenazemde’ görülmesini istemiyorum..

Necip Fazıl rahmetlinin, “inanmış dört adam” belirtmesi gibi, BENİ de, “Yabani olmayan dört insan” omuzlarına alsınlar, dualarını da esirgenmesinler, BANA fazlasıyla yeter de diyorum…

***

“Yabanileştiğimiz” için “yabanileştirdiğimiz” ‘ölüm gerçeği’, yaşamın “İki Safha” olduğu “bilimsel gerçeği” gereğince de, bir ‘Yokoluş’ değil, ‘Yeniden Doğuş’ oluyor.

Başta ‘ölmüşlerim

Yeniden Doğuş için ölen, “GERÇEK Mümin/Müminata” Allah’tan rahmet diliyorum…

“…innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn:

..Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz…”