KEŞKE ONLARLA BİRLİKTE OLSAYDIM

Yaşı 50 civarında olanlar hatırlarlar. Bizim çocukluk-gençlik çağlarımızda mahalle aralarındaki sokaklar futbol oynanan yerlerdi. Ben Ortahisar(Trabzon)’da büyüdüm. Mahallemizdeki kuzey güney yönlü dar ve uzun sokaklara kurduğumuz ´taş kaleler´ arasındaki parke alanlar bizim futbol sahalarımızdı. Aramızdaki maçlarda sivrilebilen oyuncular mahalle takımımızı oluştururdu. Mahalle takımları arası maçlar ise, anlatılamaz güzellikteydi….

Mahalleler arası turnuvalarda iyiler arasından sivrilen en iyiler, futbol takımlarına geçiş yaparlardı. Ancak hak eden oyuncu, bir futbol takımına girebilirdi. Öyle olunca da, daha iyi sporcuların oluşturdukları amatör takımlarımızın sunduğu doyulmaz futboldan keyif alır, başarılar görürdük (Bir amatör takım olan İdmanocağı’mızın, Türkiye Kupası’nda, o dönemde de büyük olarak tanımlanan Beşiktaş’ı mağlup edişi, hafızalarımızda hala tazeliğini korumaktadır). Tabii ki de, başarılı-kaliteli sporculara sahip kulüplerin antrenörleri de, idarecileri de, spor yazarları ve seyircileri de, buna paralel kaliteye ve seviyeye sahiplerdi.

Peki de; ne oldu da, bir futbol beşiği olan Trabzon’dan artık ne futbolcu/kaptan, ne idareci yada seyirci, ne de ´spor yazarı´ yetiştiğini göremez olduk. Eğer geçmişi bilmezseniz, geleceğinizi oluşturamazsınız.

Cumhuriyet sonrası Trabzon’umuzda sportif faaliyetlerde çok önemli başarılara imza atılması, bilgi birikimine sahip insanların gayretleriyle olmuştur. Kısaca da, faaliyetler, şehr-i bir hareket olmuştur. Şehr-i hareket derken de, kök’ten, Osmanlı’dan gelen ´şehr-i kültür´ün ortaya çıkardığı ´toplumsal yapı´nın eseri olmuştur diyebiliriz. Daha 1922’lerde sporla iştigal edenler, futbolun nasıl oynanacağı üzerine kitap yazmışlardır. Çünkü onlar, sadece ayağı değil, kafası da çalışan insanlardı. Ama, sadece bu da değildir. Onlar, futbol takımlarını sadece futbol oynanan bir yer olarak gören insanlar da değildiler. Spor kulüplerini aynı zamanda, “ahlak müesseseleri” olarak da gören insanlardı. Öyle olunca da, Trabzon futbol tarihinde “Kaptan Rıza”lar, “antrenör-kaptan Sabahattin”ler, “Ahmet Suat”lar birer efsane olmuşlardır. Çünkü, ´kaptan´lık, öyle sıradan bir iş olmadığı gibi, herkesin yapabileceği bir iş de değildir. Kalite, kapasite, bilgi birikimi, kısaca da; sadece diploma sahibi olmak gibi değil, ´adam gibi adam olmak´ gibi idi. Futbolcuları böyle idi de, bu futbolcuların; idarecileri ve onları izleyen seyirciler ve de basın mensupları onlardan farklı mı ki?

Onlar da olması gereken neyse, o idiler…

Bir de bugüne bakın. Profesörü, hacısı-hocası bile cahil olan sağlıksız-bozuk ´toplumsal yapı´ yüzünden öğrenemeyen-yetişemeyen çocuklarımız arasında, ayakları çalışsa da kafaları çalışan futbolcu sayısı pek de fazla değildir. Bırakın 1922’de kitap yazan futbolcunun seviyesine çıkabilmelerini, kitap okuyan futbolcu (siz buna, bütün vekili adaylarını yada vekilleri de katabilirsiniz) sayısı hiç de kabarık değildir? Üstelik, okuyan varsa, bu da yetmez. Çünkü, ne okunduğu da, nasıl olunması gerektiği de önemlidir. Olması gereken olmadığı için de, halen ki bu yapının yeni futbolcusu da, eski futbolcusu da birbirinden farklı değildir. Ya idarecileri (?) derseniz; bugünkiler kendilerine ´yönetici´ deseler de, idareciler de yeterli değiller. Biz, 1980’lere kadar ´idareci´, yaklaşık bu tarihten sonra ise, ikbal peşinde koşan ´yönetici´leri gördük. Bu futbolcu ve idareci yapısının oluşturduğu kulüplerin maçlarını izleyen seyircinin kıt futbol anlayışı ise, gerçek seyirciyi maçları izlemekten uzaklaştırmıştır. Gelelim bu sporcuları takip eden ´spor yazarı´ arkadaşlarımıza. Bu bozuk yapıda, gerçekten yetişmiş kaç kişi var? Okunabilen kişi o kadar az ki. Televizyonların, daha birkaç yıl önceki spor programları da dahil, her program türündeki kalitesi ile, bugünlerdeki kalitesizliği ortadadır. Bilgiye-kültüre değer vermeyen bir toplumsal yapının sonuçlarıdır bu. Geçmişte maarif olan Trabzon halkının, bugünkü halka farkıdır bu. ´Şehr-i yapı´nın (kültürün) kaybolmasıdır bu.

Sezon başı Almanya’daki hazırlık maçlarından birini anlatan TRT spikeri, takımın antrenörünün, genç futbolcusuna, “bu akşam seni oynatacağım, sevgiline söyle seni seyretsin,” dediğini, canlı yayında ifade etmiştir. Kendisine emanet edilen gençlere bu şekilde yaklaşan bir sosyo-kültürel yapıdan birileri bir şeyler bekliyorsa komedinin bile ötesindedir bu. Bir başka sosyo-kültürel yapıyı ortaya koyan, 1924 Paris Olimpiyatlarına giden Türk sporcular arasında sırıkla atlama Türkiye Şampiyonu olarak bulunan Trabzonlu Süleyman Rıza Kuğu Bey, olimpiyatlara giderken yazdığı anılarında: “Ağır yük, fakat hafifleten sebepler var. Yolum dikenli. Vazifem kutsi. Rehberim Ocağın aşkı. Benaim Allah. Önümde zafer var. Fakat, netice menfi olursa bedbahtım. 1928 olimpiyatlarına 10 Ocaklı genç götüreceğim. Hadi Süleyman. Yürü. Atla. Allah’a emanet ol.” diyordu.

Vazifesini ´kutsi´ kabul edip, dayanılacak olanın ´Allah olduğunun idraki içinde, kendisini O’na (Rabbine) emanet eden bu anlayış, başarı öncesinde ´kurtuluş savaşı´nı da kazanmıştı…

“…Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım!..”

       (Kur’an-ı Kerim : Nisa-4/73)

Ahmet MUSAOĞLU: Karadeniz Haber, 09.10.2002