Küreselleşme’nin –Üçüncü Milenyum Yeni Dünya Düzeni’nin– açıklandığı 1990’lı yılların başı, özelde “İslam/coğrafyası”nın Bernard Lewıs, Samul Huntington gibi ideolojistlerce ‘hedef düşman’ olarak ilan edildiği, buna paralel olarak da, “silahlı (sopa) güç” Büyük Ortadoğu Projesi’nin başlatıldığı, ama aynı zamanda tüm insanlığa, “yumuşak (havuç) güç” “kültürel saldırı”nın da gerçekleştirildiği dönem oluyor.

Havuç (kültürel saldırı) politikası gereği olarak, 9 Mayıs 1992 tarihinde, New York’taki Birleşmiş Milletler (BM)  Merkezi’nde, ‘BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ kabul ediliyor; akabinde, “Haziran/1992’de Rio de Janerio”da düzenlenen, ‘BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (Yeryüzü Zirvesi’nde) imzaya açılan Sözleşme, “Küresel Isınma varYALANINI üretiyor, ülkelere; Babil Yolculuğu (Babil Sendromu Çözümü, yani Küresel Tek Dil-Devlet-Din yolculuğu) yaptıran‘Küresel Tren’e vagon’dayapıyordu…

Küresel Tek Yapı amacı için insanlığı taşıyan ‘Küresel Treni’nin sahibi, ‘Fundemantalist Anglosaxon-Judea şirketi”; bu “ortaklığın” makinisti iseBirleşmiş Milletler (BM) oluyor. Birleşmiş Milletler, “Küresel Isınma var” YALANINI ürettiği  “Rio, 1992” yılı Zirvesi’nden başlayarak bir dizi toplantı, konferans, zirve gerçekleştiriyor; yapılan bu toplantılar, Türkiye dahil Yoksul/Güney ülkelerdeki “nüfus artışını (yani kendinden olmayan insanların nüfusunun, bitecek kabul edilen doğal kaynakları tüketmesini) sorun gören” bir anlayış geliştirmesinin yanında, “karar alma” sürecinde STÖ’lerin söz sahibi olmasını ve “KADIN ve Gençlik Açılımı” yapılmasını da Hükümetlerin önüne koyan etkinlikler oluyordu. Uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulduğu “söylenilen” BM, 1992 yılında “Küresel Isınma Yalanını” üretip ‘ortak bilinç’ oluşturduğu gibi, ülkelerde “Kadının önünün açılmasını” da başlatıyor, dünya kadınlarıarasında da “Ortak (Küresel) Bilinç” oluşturarak, “Fundemantalist şirketin” ‘Küresel Tek Yapı’ amacına katkı konulmasını sağlıyordu…

‘Kadının Önünün Açılımı’nın tarihi…

Kadın hareketlerinin başlangıç tarihi için, 1946 yılı; “Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonu” başlangıç yılı olarak gösterilse de, Komisyon; Kadınların politik, ekonomik ve sosyal haklarını iyileştirmek amacı güdüyordu. Komisyon’a kadınların ‘insan haklarının ihlalleri’ konusunda başvuruda bulunulmasına imkan sağlanması da ancak, 1980’lerden itibaren, ama bu da en fazla ‘Raporlama Sistemi’ oluyor; yine BM tarafından 1979’da imzaya açılan ve 20 ülkenin imzasıyla 1981’de yürürlüğe giren, ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) ise, 1992 yılında etkinleşiyorduCEDAW Komitesi tarafından, 1992 yılında, şiddeti kadına yönelik ayrımcılığın bir parçası olarak tanımlayan ve Hükümetlere bu tanım çerçevesinde gerekli yasal düzenlemeler yapılması çağrısında bulunan ‘19. Tavsiye Kararı kabul ediliyordu (CEDAW Sözleşmesi, ülkemiz açısından 19 Ocak 1986’da yürürlüğe giriyor20 Eylül 1999 tarihi itibariyle Sözleşmenin esas maddelerine ilişkin çekinceler kaldırılıyor, CEDAW’e ilişkin olarak hazırlanan İhtiyari Protokol’e de, 30 Temmuz 2002 tarihinde taraf olunuyordu)…  

İşte, “Kadının önünün açılması” veya “Kadının sokağa çıkartılması” veya “Arap Kızının da camdan bakmaması”nın (Ortadoğu İslam coğrafyasında, kadın hareketlerinin) başlangıç tarihi, “Küresel Isınma var YALANI”nında kabul yılı olan 1992 yılı oluyordu.

Bu gerçeğe rağmen de, “Küresel Kadın Hareketi” için asıl dönüm noktası, “Kadının insan hakları” kavramını Birleşmiş Milletler süreçlerine sokan, Haziran, 1993 tarihli Viyana -Dünya İnsan Hakları- Konferansı”oluyordu. Dünya kadınları (!) bundan sonra kampanyalar başlatıyor, “çıkartılan gürültü” sonunda 20 Aralık 1993 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda devletler; “Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi”ni, kadına yönelik şiddeti ele alan ilkuluslararası insan hakları aracı kabul ediyordu. Aynı yıl, “Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği” isimli bir Sivil Toplum Örgütü (STÖ) kuruluyordu. BM üzerinden ülkelere gönderilen ‘Kadın açılımında’, millilik sözkonusu olmadığıKüresellik (Tek Yapı kurmaamaç edinildiği için de, hem ülkemizdeki kadın (da) dönüştürülüyor, hem de bölgesel düzeyde (Ortadoğu/ Kuzey Afrika ve Güney/Güneydoğu Asya) ve tüm dünyada Kadın konusunda etkin dayanışma ağları kuruluyordu.

Bu başlangıçtan sonra “Kadının önünün açılması” süreci, 1994’te Kahire’de yapılan ICPD; 1995’te Pekin’de yapılan Dünya Kadın Konferansı ve 2000’de New York’ta yapılan Pekin+5 BM Özel Oturumuyla devam ediyordu…

Kahire/1994, 5-15 Eylül’deki, “Dünya Nüfus ve Kalkınma Konferansı”nda da, ülkemize ve insanlığa“Kadın üzerinden saldırı”yinesürüyor; konferansın gündeminin ana maddelerini ‘aile planlaması’, ‘doğum kontrolü’, ‘kürtaj’ oluşturuyor; kadının iş imkanlarına  kavuşmaları (aile dışına çıkmaları) isteniyor, Hükümetler bu bağlamda, ‘ulusal eylem planları’oluşturmayı taahhüt ediyordu. Konferansta tanımlanan ‘üreme sağlığı’, her yaş ve cinsiyette “insanların, doyurucu, güvenli ve sorumlu bir cinsel yaşamları, üreme yetenekleri ve bu yeteneği kullanıp kullanmayacakları ve ne zaman, ne sıklıkla kullanacakları konusunda karar verme özgürlükleri” olarak belirleniyor, bu ise, doğrudan ‘Kadına’ gönderme oluyordu.

Pekin/1995 yılında düzenlenen “Dördüncü Dünya Kadın Konferansı(Pekin-IV)”, bu zamana kadar düzenlenen konferansların en geniş katılımlı olanı oluyor (bizim Hükümetimiz dahilkatılımcı Hükümetler, kendilerini; Kadınların rollerinin ve koşullarının farklılığını dikkate alan, sınırlama ve engellerini ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalara adamasının yanında, dayanışma ruhuyla “işbirliğini” de kabul ediyordu. Kabul edilen Pekin Bildirgesi ve Eylem Platformu’nda, Kadınların ve kız çocuklarının haklarının evrensel insan haklarının ayrılmaz ve bölünemez bir parçası olduğu vurgulanıyor, emri alan “ödevini” de alıyordu. Pekin Eylem Platformu ayrıca, “Kahire/1994 Konferansı”nın “üreme hakları”na ilişkin gündemini bir adım daha ileriye taşıyor; “Kadının insan haklarının, kadının kendi cinselliği ve üreme sağlığını ilgilendiren konulara dair, baskı, ayrımcılık ve şiddetten bağımsız olarak özgürce karar verme özgürlüğünü de içerdiğini” ileri sürüyor, tüm Hükümetlerin, gerekli ulusal politikaları geliştirmesi gerektiğini ortaya koyarak da, “bir/bütün” olması gereken“Kadın ve Erkeği birbirinden ayrıştırıyordu. Daha ziyade Yoksul/Güney ülkelere “Kadınlar lehine” dayatılan bu ‘ayrımcılığın (bölücülüğün)’ cevaplaması gereken soru, -Neden erkekler de değil de, ‘sadece kadınlar’ öngörülmesi oluyor?.. Bir başka deyişle de, ülkemizde gerçekleştirilen, “Haydin Kızlar Okula” yaygarasının, ama, “Haydin Erkekler de Okula” denilmemesinin, “toplumu kadınlar üzerinden bozma” amacının kökeni (doğumevi) bu konferans oluyordu. Camdaki/Evdeki Kadını “sorun” görüp “sokağa döken” köktendinciliğin çözümü (!), “Kadın Sığınma Evi”nindoğumu da (kökeni de), Hükümetlerin bu konferansta; kadınlar için “sığınaklar açılması” konusunda görüş birliğine varmaları oluyordu.

Pekin/1995 Konferansı dahil düzenlenen Birleşmiş Milletler zirvelerinin temel çıktılarını oluşturan belgelerin tümünde, ‘Rio 1992 Zirvesi’ ile doğan bebeğimiz ‘Gündem 21’in, Kadınlarla ilgili bölümlerindeki ilkeler ve eylem alanlarını izleyen önemli maddelere yer verildiği görülebiliyor. Hükümetler için, ‘Kadın Açılımı’ kendi istekleri değil, zorunluluk (emir,ev ödevi) oluyordu.  Kadın üzerinden geleceğe yönelik stratejilerortaya konuluyor, Kadınlar üzerinden ortaya çıkan ‘ortak (küresel) bilinç’,‘küreselciNler (Şirket)’ için gerekir oluyordu. Yoksul/Güney ülkeleri, ama özellikle İslam coğrafyasını ‘Kadın üzerinden’ değiştirme dönüştürme uğraşları, ‘Gençlik üzerinden’ de sürdürülüyor,  Lizbon 12 Ağustos 1998, “Dünya Gençlik…Konferansı”nınDeklarasyonukültürler arası entegrasyonfaaliyetleri öngörüyor, küresel (ortak) bilinç’ oluşturma hedefi olan ‘BM Gençlik Birimi (UNYU)’, dünyadaki tüm gençliğin irtibat noktası oluyordu. Ülkenin “milli kimliği” bir tarafa atılıp, kendini/kimliğini bilemeyen “Kadın ve Gençlerin”ulusal politikalarda ve uluslararasıişbirliği sürecindeki etkileri arttırılıyor, kendi değerlerini ‘ortak değer’ görmeyen Kadın ve Gençler üzerinden (de) “küresel (ortak) değerler” yeşertiliyordu…

New York/2000 Pekin + 5 Konferansı;5-9 Haziran 2000 tarihinde New York’ta, yine Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılıyor, Kadın 2000: 21. Yüzyıl için Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış Özel Oturumu düzenleniyordu. Oturumda, Kadına yönelik şiddetin, bir insan hakları ihlali olduğu vurgusu yapılıyor, ayrıca da; Hükümetler tarafından kadına yönelik şiddete karşı gerekli yasal düzenlemelerin yapılması, kadına yönelik şiddetin suç olarak kabul edilmesi ve şiddet uygulayanların adalet karşısına çıkarılarak cezalandırılmasının gerekliliği ‘ev ödevi’ olarak bildiriliyordu. Bu konferans ile de, ‘Kadın hakları’ ayrımcılığı (bölücülüğü) ile öne çıkıyor, “kadına yönelik şiddet” tanımını genişletilerek, “namus cinayetleri” ve “zorla evlendirme” kadına yönelik şiddet tanımının içine alınıyordu. Kadının “namuslu kalması”nın önemi azalıyor, en yakınından “bebek” doğuran kadına, –Bu yaptığın doğru değil, denilmeden, “töre cinayetleri” denilerek geleneğe savaş açılıyordu. BM’nin bu toplantısı ile de, farklı kültürlerden gelen insanlar, ‘ortak (küreseldeğerlerde’ birleştiriliyordu. Bu konferansın 5 yıl sonrasında yapılan Pekin + 10’da da ‘Kadın’ yine ‘başrol oyuncusu’, kullanılan malzeme oluyordu!..

Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonu (KSK), 2002 yılı oturumunda; “Küreselleşen dünyada kadınların hayatın tüm dönemlerinde güçlendirilmesi” ve “toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifi”; KSK/2003 yılı oturumunda, “Kadının yazılı ve görsel medyaya erişimi” ve “Kadının insan hakları”; KSK/2004 yılında ise, “Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında erkeklerin ve erkek çocuklarının rolü” ve “Çatışmaların önlenmesinde kadınların rolü” deniliyordu…

Komisyonunun (KSK) 49. Oturumu çerçevesinde, 28 Şubat – 11 Mart 2005’de New York’ta Birleşmiş Milletler’de, “Pekin+10 Toplantısı” düzenleniyor; bu toplantıda, Hükümetlere bir kez daha sözlerini tutma çağrısı yapılıyordu. Müslüman toplumlarda cinsel, üreme ve bedensel hakları insan hakları olarak savunan Müslüman Toplumlarda Cinsel ve Bedensel Haklar Koalisyonu bölgesel ağının temsilcilerinin, Kadının Statüsü Komisyonu’nun 2005 Özel Oturumu’na katılımı düzenleniyor; Bangladeş, Mısır, Lübnan, Malezya, Filipinler, Tunus, Türkiye ve Yemen, Özel Oturum boyunca delegasyon üyeleri, hem kendi Hükümetleri, hem de bölgelerindeki diğer Hükümetler nezdinde lobi yapıyor, ama aynı zamanda, cinsel ve üreme hakları savunuculuğu konusundaki uluslararası STK etkinliklerine ve kararlar üzerindeki çalıştaylara da aktif bir şekilde katılıyordu. Cinsel ve üreme sağlığı ve haklarını korumaları ve ilerletmeleri için çağrıda bulunan STK Bildirisi, hem hükümetler, hem de STK delegasyonları tarafından, Müslüman toplumlardaki uluslararası cinsel ve bedensel sağlık ve haklar savunuculuğu konusunda bir dönüm noktası olarak “coşku ile” karşılanıyordu. Oturum, öncelleri gibi, küresel savunuculuk faaliyetleri ile bağlantı kurulmasına imkan sağlıyordu.

BM Kadının Statüsü Komisyonu (KSK), 50. Oturumu 2006da, UNGASS (Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Özel Oturumu) yapıyor; 28 Mayıs-3 Haziran 2006, New York Toplantısının başlamasından önce Hükümetler; kadın haklarınıöncelikli bir konuma koymaya, cinsel ve üreme haklarını koruma altına almaya çağrılıyordu. Delegasyondan  Türkiye ve Mısır’dan iki üye, Hükümetleri, özellikle de kadın ve kız çocuklarının hakları, cinsellikhassas gruplar, hedefler konularında ilerici duruşlar almaya çağırıyordu. AIDS maids denilse de, asıl dertleri, Müslüman yoğunluklu toplumlarda cinsellik eğitimi verilmesi iştahları oluyordu. KüreselciNlere sıkıntı veren gelişme ise, bütün Müslüman ülkelerin OIC (İslami Ülkeler Organizasyonu) altında birleşerek, bir blok gibi hareket etmeleri oluyordu. Oysa Küreselleşme farklılık değil, “ortak bilinç” istiyordu…

BM Kadının Statüsü Komisyonu (KSK) 51. Dönem Toplantısı 2007’de; 26 Şubat-12 Mart 2007 tarihleri arasında New York’ta yapılıyor; toplantının öncelikli temaları, “Kız çocuklarına karşı her türlü ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesi”, “Kadınların karar alma mekanizmalarına katılımı” konularında paneller düzenleniyordu. Üreme haklarının kararlarda yer almasına pek çok muhafazakar ülke karşı çıkıyor, ancak Türkiye Delegasyonu’nun bu konudaki tutumu uygar (!) oluyor, çünkü, tüm doğumların evlilik ilişkisi içerisinde gerçekleşmesi rahatsızlık veriyordu. Toplantı sonunda 2008 yılının ana teması yine KADIN oluyor; “Kadınların barışın inşasında” rolü, “Kadının ilerlemesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin finansmanı ve kadının güçlendirilmesi” olarak belirleniyordu.

Birleşmiş Milletler (BM) Kadının Statüsü Komisyonu (KSK) 52. Dönem Toplantısı, 25 Şubat-7 Mart 2008tarihleri arasında New York’ta gerçekleşiyor; istenilen, toplumsal cinsiyet eşitliğinin fiili olarak yaşama geçmesi değil,“Kadının konumunun güçlendirilmesi, Kadının erkeğin önüne geçmesi” oluyordu… Kadın Girişimciler Kurulu Başkanımız Aynur Bektaş, “Kimse durup dururken girişimci olmaz. Önce kadını sokağa çıkarmamız lazım. Kadın iş hayatında yer almalı ki, girişimci de olabilsin” diyordu (Funda Özkan: “kadını sokağa çıkarmak lazım”,Radikal, 27.03.2008). Bizim girişimnci başkanımızın söylemesine gerek yok, Kadın zaten; “BM emirleri” üzerinden 1992-93’den beri sokağa çıkartılmış bulunuyordu…

BM Kadın Statüsü Komisyonu (KSK) 53. Dönem Toplantısı, 2009’da, diğer benzer toplantılarda olduğu gibi, ülkemizdeki Kadın Derneği (denilenler), Cinsiyet Temelli Bütçeyi” Türkiye‘nin gündemine girmesini sağlamak için uğraşıyordu. Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER) ile Garanti Bankası‘nın girişimi ve Türkiye’nin Daimi Temsilciliğinin de desteğiyle hayat bulan toplantıda, “Girişimci Türk Kadını Podyuma çıkıyor, satılamadığı için nehre dökülen portakallarla başlayan hikayesini anlatıyordu. Ama asıl dert, Kadınların ekonomiye katılımlarının sağlanması değil, “karar alma süreçleri” üzerinde durulması oluyordu.

BM Kadın Statüsü Komisyonu (KSK) 54. Dönem Toplantısı, 2010; 1-12 Mart 2010 tarihlerinde yine New York’ta düzenleniyor, “Pekin+15” olarak adlandırılan bu organizasyonun öncelikli gündem maddesi, katılımcı ülkelerde Kadınlara yönelik fırsat eşitliğinin sağlanmasına katkıda bulunan iyi uygulama örneklerinin paylaşılması oluyordu. Turkcell’in, erkeklere değil de “Kız çocuklarına ve genç Kadınlara” burs sağladığı Kardelen Projesi kapsamında; “Türkiye’den bir başarı hikâyesi: Kardelenler” panelinde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğrencisi Diyarbakırlı Kardelen Güleser Çelik, sahne alıyor, “7 yıldır burs alıyorum. Babam çiftçi, annem ev hanımı. Babamı 10 yıl önce kaybettik, annem de bizden ayrı yaşıyor. Ben ve kardeşlerim bu şekilde okumaya devam ettik” diyor, BM’den 3 aylık staj hakkı elde ettiği ‘müjdesini’ de veriyordu … Yoksul/Güney, ama özellikle İslam/Doğu toplum katmanları “KADIN üzerinden” değiştirildikçe değiştiriliyor; “Kimliği kırılan” örnekler sinemada, edebiyatta, sanatta ya da Eurovision’da veya güzellik yarışmalarında ödüllerini durmaksızın alıyordu…

Kadına, BM üzerinden yapılan (istenilen) ‘saldırı (açılım)’, Avrupa Birliği (AB)’ üzerinden de sürüyor, AB;Birleşmiş Milletler öngörüleri doğrultusunda kararlar alıyordu. Avrupa Parlamentosu’nun 16 Eylül 1997 tarihli kararında, kadına yönelik şiddetin ailede, işyerinde ve toplumda meydana geldiği ve bir insan hakkı ihlali olarak demokratik bir toplumun gelişiminin önünde engel olduğu ifade edilerek, 1999 yılı, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Avrupa Yılı” ilan ediliyordu. Kararda ayrıca, Pekin Bildirgesi’nin, imzacı devletlerin tümünü bağlayan bir Sözleşmeye dönüştürülmesi için Birleşmiş Milletler’de çalışmalar yürütülmesi çağrısında bulunuluyordu. 2002  Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, kadınların şiddete karşı korunması konulu 5 numaralı tavsiye kararını kabul ediyor; Kadına yönelik şiddetle mücadele konusundaki en önemli girişimlerden biri olan bu Tavsiye kararı, “küresel strateji oluşturan” uluslararası doküman oluyordu. 2 Haziran 2005’te Avrupa Parlamentosu Kadın Hakları ve Cinsiyet Eşitliği Komitesi tarafından hazırlanan Türkiye’de Kadınların Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Yaşamdaki Rolleri Raporu’nda ise; Kadınların ve kız çocuklarının eğitiminden, kadınların siyasal yaşama ve istihdam piyasasına katılımına kadar, Türkiye’de kadınların yaşadıkları birçok soruna değiniliyor ve Türk hükümetinin Kadın-erkek eşitliğini sağlamak için alması gereken önlemler sıralanıyordu (emrediliyordu). 2006 Avrupa Konseyi üyeleri, Konsey’in diğer organları ve STK’ların katılımıyla 2006 yılında başlatılan ve 2008 yılına dek sürecek olan “Aile İçi Şiddet Dahil Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kampanyası” başlatıyor, Hükümetlerin, gerekli kaynakları ayırmalarını öngörüyor, aynı yıl AB bünyesinde; “Avrupa Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Enstitüsü” kuruluyordu. Yine 2006 yılı; 28-29 Ocak 2006 tarihleri arasında İstanbul’da “Medeniyetler İttifakında Kadın” başlıklı uluslararası kongre gerçekleştiriliyordu.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalarımızdan anlaşılabileceği gibi de, ‘Fundemantalist Anglosaxon-Judea şirketi”projesi olan ‘Kadın Açılımı’, 1992 yılı ile başladı ama, Viyana Konferansı/1993 sonrası, “BM emirleri” yüklenilen “Kadın”; hem kendini değiştiriyor, hem de hemcinslerini dönüştürüyor ama, “adı var” hâle hiç gelmiyordu…

Dindar veya değil, ‘Kadının adı yok’, “kırılan kimlik” oluyor…

Kadınımız, Amerikan (Anglosakson-Judea ortaklığı) “aktörü BM ve projesi AB” üzerinden değiştirilip dönüştürülüyor; Hükümet/ler, BM ve AB nezdinde verdikleri taahhütler sonucu kadınımızın “kimliğini” kırarken, “kırılan kimlik örneği” kadınlar da, hemcinslerinin “kimliğini” kırıyor. Ortaya çıkan bu sonucun sebebi için, modernleşme deniliyor: “Eğitim, şehirleşme, mesleklenme gibi modernleşme dinamikleri artık bizde de kadını ‘adı var’ hale getiriyor…Geleneklerde kadının fazla şık ve alımlı olması, ortalıkta gözükmesi pek hoş karşılanmazdı; ama bugün türbanlı kadınlar da hemen ‘her yerde var’dır, defile bile yapılıyor…Eğitimi ve sosyal statüsüyle, burjuvalaşan dindar kadınlara bir bakın…Sosyolog ve romancı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, kızlık ve evlilik soyadıyla isim yaptı. Cevdet Paşa’nın kızları ve ilk Osmanlı kadın öncüleri Emine Semiye ve Fatma Aliye hanımları kitlelere o tanıttı. Fatma Aliye’nin büyük kızı İsmet’in Hıristiyan olmasına yol açan kültürel ve psikolojik sorunları roman diliyle bize o anlattı. ‘İslami feminizm’ diyebileceğimiz olgunun fikir ve hareket öncüsü Hidayet Şefkati Tuksal, fıkıh doçentidir, eserleri vardır, kızlık ve evlilik soyadıyla isim yaptı…Örnekleri çoğaltmak mümkün. Herhalde bu özgür kadınlar “ortaçağ”ı istemiyor, aksine sorguluyorlar!.. Çağımızda çağdaşlığın ölçüsü budur, gardırop değil.” deniliyor (1). Bu açıklamanın sahibi Taha Akyol da, “bilmediğini bilmeyenler” familyasından, Türbanlıların da her yerde görülmesi “modernleşme” sonucu değil, “Kadına yapılan saldırı” sonucu oluyor. Dindar denilen kadının konumunun da, “Kadının önünün açılması” olduğu, “Kadın Açılımı” olduğu görülmek istenmiyor. Nasıl ki “(BirinciTanzimat Dönemi” sonrası gelişmeler Aliye hanımının “kimliğini  kırınca”, kızı İsmet de “kırılıyor”; 2002’den sonra başladığını öngördüğümüz II.Tanzimat Dönemimizdeki kimi kadının ‘türbanlı/örtülü olması’ da değiştirmiyor, “her yerde her şekilde” görünen (geleneğinden kopmuş) “türbanlı/dindar” kadınlar da “kırılan kimlik” örnekleri oluyor. Zaruretler hariç, “Koca (Aile) soyadı”yanına “kızlık soyadı” konulması ya da Feminizmin tuksallaşması da, “kırılan kimlik” yansımaları, başka bir şey olmuyor. Dindar veya değil, kendine yazılan senaryoda ‘rol verilen’ Kadın, ‘kendi başlatmadığı savaşını’ kazandığını düşünürken, kaybettiğinin farkında bile olamıyor.

Ülkemizde yeşertilen, “Kadının adı yok” modası, Kadını “adı var” hâle getirmedi, aksine; “kendi olmaktan çıkartıp, yoketmiş de” bulunuyor. Evlilikler “tutkal’ken”, tuksalllaşınca; “tutkal’den kopan iğneler gibi” savruluyor… Sokağa “taşınan” Kadın, “var olduğunu” zannederken, “Aile birliğini”, haliyle toplumu da çözdüğünü göremiyor…

Sokağa taşınan Kadın özgürleşmiyor, erkekleşiyor… 

Ünlü fizikçi Paul Davies, “Kainat bir saat gibi işleyen ve kendini yenileyen bir mekanizma. Bu mekanizma içinde özgür davranışın pek yeri yok” diyor ama, özgürleşemeyeceğini bilemeyen Kadın, sokağa çıkartılınca Aile birliğiniçözüyor, ‘Aile birliği’nin çözülmesi toplumsal yapıyı da çözüyordu: “Özellikle kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesiyle boşanmalar fiilen kolaylaştı…Türkiye’de 2004 yılında 615 bin evlilik olmuş, 91 bin de boşanma. 2008 yılında 642 bin evliliğe karşılık 100 bin boşanma gerçekleşmiş. Yani oran yüzde 14,8’den yüzde 15,6’ya çıkmış. Üstelik bu dönemde, ekonomik refah da hızla gelişiyordu…Güneydoğu’da boşanma oranında artış olmazken, doğunun diğer bölgelerinde az da olsa bir artış gözleniyor.…Ancak Ege’de her 4 evlilik yapılırken 1 de boşanma olmasını neye bağlayabiliriz?..Boşanma elbette kolaylaşmalı. Ama en güzeli aile içinde dengeli bir huzurun sağlanması değil mi?” deniliyor (2). Kadının “ekonomik özgürlüğü” denilen sosyalist hurafe, ideolojik bir laf, laf-ı güzaf ama, ‘saldırısı’ “evde oturan kadını da” çözmeye yetiyor. Aldığı ‘üç beş kuruş’ üzerinden özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden Kadın, iş hayatı sonucu Kadınlığını da öteleyince, erkekleştiğinin farkında olamıyor. “Ekonomik özgürlük” kazandım derken de dağıldığını göremiyor. Dahası ise, kendisini “savuran” öngörülerin doğduğu Batı topraklarındaki Kadının, kendinden çok da iyi durumda olmadığından da haberi bulunmuyor.“Batılı toplumlarda genel kanı, ataerkil yapının doğuyla, özellikle de İslam dünyasıyla sınırlı olduğu yönünde; Doğulu, Müslüman kadın, onlar için ‘öteki.’ Aralarındaki farklılıkları hiç dikkate almadan, hepsini özgürleşme yolunda geri kalmış, itaatkar, bağımlı ve aciz olarak tanımlıyorlar...Oysa, böyle düşünen Batılıların çoğu, kadınların kocalarının mülkü olarak kabul edilmesinin en çarpıcı örneklerinden biri olan ‘karı satışı’nın bir İngiliz geleneği olduğundan habersiz. Bu geleneğe göre, 1800’lerde, karısından kurtulmak isteyen ve boşanma olanağı olmayan ya da bu yolu pahalı bulan koca, karısını, boynunda bir kayışla müzayedeye götürür, açık arttırmayla en yüksek fiyatı ödeyen erkeğe satardı. 19. yüzyılın İngiliz toplumunda, kadınların hayatı evle sınırlıydı, oy hakları yoktu, üniversiteye giremiyor, meslek edinemiyorlardı. Evlilikte ise kocalarının iradesine tabiydiler. Evlilik içi tecavüz tümüyle doğal ve yasaldıİngiltere’de eviçi şiddet 1975’ten önce yasal platformda tartışılamadı ve ancak 1992’de suç sayıldı…İngiliz kocalar 1970’e kadar, karılarıyla zina yaptığı sabit olan erkeklerden tazminat isteme hakkına sahiptiler; aynı hak, kadınlara tanınmamıştı. Kısaca, kadın hálá kocasının mülkiyeti altında görülüyordu…Avrupa Kadın Lobisi’nin (EWL) 2003 verilerine göre, AB ülkelerinde her beş kadından en az biri kocasından/sevgilisinden şiddet görüyor. İngiltere’de bu oran yüzde 30. Haftada yaklaşık iki kadın partneri tarafından öldürülüyor. Fransa’da her yıl 25 bin, ABD’de her 90 saniyede bir, bir kadın tecavüze uğruyor. İtalya’da 1999 rakamlarına göre, kadınların yüzde 50’si erkek şiddetiyle karşı karşıya. 2004 rakamları daha da çarpıcı: Avrupa’da şiddete maruz kalan kadınların oranı, ülkelere göre yüzde 25-50 arasında değişiyor. Sonuçta, genişleme öncesi verilerine göre, AB’nin çekirdeğini oluşturan 15 ülkenin tamamında 600’den fazla kadın, her yıl aile içi cinsiyetçi saldırılar yüzünden ölüyor.”. (3). Daha yakın tarihlere kadar Kadınını CADI diye yakanlarhâlâ da kadınına şiddeti Doğulu erkeklerden daha fazla uygulayanlar,Kadınımız için ‘hak’ istiyor!… Batılı Koca/Erkek, karısını, boynunda bir kayışla müzayedeye götürüp satmıştır ama, özgürlük’ istediği Doğu Kadınının gözüne, ‘Kocasını/erkeği’ “sorun” olarak sokmuş bulunuyor… Kadınımız bu “sorunu” görüyor ama, kendisinden namus, ar, saygınlık istenilmediğini, ayrıca da, erkekten uzaklaştırılmasıyla erkekleştiğini, ‘seyirlik olursa’ ancak ‘özgürleştiğini’ göremiyor!..

Bol miktarda ‘kadın vücudu’ huzur veriyor!..

Cumhurbaşkanı Gül’ün, Doğu gezisine katılan Taha Akyol; “Merhum Ecevit 1970’lerde “Kadınların sokağa çıkmaktan sakındıkları yerler henüz çoktur Türkiye’de” diye yazmıştı. (Atatürk ve Devrimcilik, sf. 80). Bu gezide Gül’ü alkışlayan, tokalaşan erkek kalabalıkları içinde çok sayıda kadın görmekten çok mutlu oldum. Ekonomik ve sosyal gelişme Doğu’da da kadını sosyalleştiriyor.” diyordu (4). Tabii ki Doğuda da ne ekonomik, ne de sosyal gelişme var, gelişme denilen şey sadece, “kadının pozisyonu” oluyor…

11 Ağustos 2009 tarihli (hemen bütün) gazetelerde olduğu gibi bir gazetemizde de; “Tunceli’de yıllardan bu yana süren terör ve şiddet olayları, son dönemdeki olumlu gelişmeler sonucu yerini huzur ve rahata bıraktı…Yurt dışından ve Tunceli dışından gelen Tunceliler’in girdiği Munzur ile Pülümür Çayı’nın kumsal kısımlarında hafta sonları yer bulmak nerdeyse imkansız hale geldi. Tunceliler, Bodrum, Marmaris ve Antalya sahillerini aratmayacak şekilde Munzur ve Pülümür çaylarına girerek serinliğin ve doğal güzelliğin tadını çıkarmaya başladı. Ağustos ayında 38 derece sıcaklıkta serinlemek için Munzur ile Pülümür Çayı’na giren genç kız ve erkekler, bölgenin yanlış tanıtıldığını belirterek bu imajın değişmesi gerektiğini savundu.” denilmesi (5), kadın için istenen ‘pozisyonu’ ortaya koyuyor. Bodrum değil, Tunceli denilerek vitrine çıkartılan, huzur ve rahat bulup bikinilerle şezlonglarda ve derede sergilenen görüntü oluyor. Tuncelili genç kız ve erkeklerin asıl görüntüsü bu değil ama, bol miktarda ‘kadın vücudu’, “Munzur’da ‘huzur” başlığı ile veriliyor: “Dünkü gazetelerden…Hürriyet’in manşet üzerine taşıdığı fotoğrafta şezlonglarda bikinili Dersimliler uzanmış. ‘Munzur’da huzur’ görüntüsünde bol miktarda kadın vücudu. Türk gazeteciliği memeyi, popoyu hep sevmiştir, şaşırtıcı bir şey yok. Hatta öyle ki gazetelerimizin internet sitelerine eğer yurtdışında bir yerde bakarsanız insanlar sizin erotik sitelerde ‘sörf’ yaptığınızı bile sanabilir…Neyse…” deniliyordu da (6), bunu yazan Ece Temelkuran, o da benzer örnekleri gibi, “Kadının önünün açılmasını” isteyenlerden ama, bu itirazı ile kendi açılımı ile çelişiyor. Dün de, bugün de; “kimlik kıranlar” ile “kimliği kırılanlar” esasta hiç değişmiyor. Romanlarında aşk, evlilik, cinsellik konularını işleyen Halide Edip Adıvar ile, günümüzde ‘Aşk’ da  diyen Elif Şafak arasında -kimlik kırma- anlamında pek fazla fark bulunmuyor… Türk gazeteciliği memeyi, popoyu hep sevmiştir, değil, “Kimliği kırılan Kadın”, Dindar da olsa, saygınlığını giderek yitiriyor…

Türban  saygı uyandırmıyor, ilgi uyandırıyor… 

Kadına yapılan ‘saldırı’dan “laikperest kadınımızdan” daha çok, “Müslüman(lığı daha hassas olanKadın” olumsuz etkilenmiş bulunuyor… “Müslüman Kadın”, BM üzerinden gelen “Kadın Açılımı” emirleri sonucu yaşadığı savrulma sebebiyle kendi içersinde ikiye; “Müslüman kadın” ve “İslamcı Kadın” şeklinde ikiye bölünmüş bulunuyor. Bu ‘ayrımlanma’ Batıda; Hıristiyanlıkta kesintisiz süren “mezhep savaşı” sonuçları gibi duruyor. Bu sebeple; “Yok daha neler?!` türünden bir tepkiyle karşılanmayı göze alarak söylemeliyim ki bir süredir -Cemil Meriçin 60 yıllık çevirileri sebebiyle- meşgul olduğum Balzacın bu `Katolik kadın-Protestan kadın` ayrımıyla, PhiloSophiaLorenin bıkkınlıkla keskinleştirdiği ‘Müslüman kadın-İslamcı kadın’ ayrımı arasında müşterek-çağrışımlar bulmaktan kendimi alamıyorum…müslüman kadının etrafında uyandırdığı sessiz saygı ile İslamcı kadının hırçınlığı ve asabiliği arasında ne de büyük bir fark var! Huşu, ilkinde bulunabilecek tüm özellikleri bir araya toplamaya muktedir bir sözcükken, ikincisi bağırmadan, çağırmadan, gürültü çıkarmadan mevcudiyetini isbat etmeyi beceremiyor.” deniliyor (7). Evet… “Müslüman Kadın”, “değerlerini/İslam olanı” koruyan “kırılmamış kimliği” temsil ederken, diğeri, yani “İslamcı/Türban Kadın” ise, ne/kim olduğunu bilmeyen “kırılan Müslüman Kadın kimliği” oluyor… Aralarındaki fark, Protestan Kadın ile Katolik Kadın “farkı gibi”; Protestan Kadın için hemen her şey serbest iken, Katolik Kadının daha muhafazakar bir yaşamı (geleneği yaşamayı) tercih etmesi farkı gibi duruyor… Bakınız etrafınıza… tabii ki ‘açıklara’ da, ama erkekler “rengarenk türbana” daha çok bakıyor… Çünkü, “Türban(lı yaşam biçimi)”, Başörtüsü gibi saygı uyandırmıyor, sadece ‘ilgi’ uyandırıyor. “Türban”, ‘İslamdan uzaklaşma (Protestanlaşmış Müslüman Kadın)’, yani “gelenek/İslam” ile, tamamen zıttı olan Batı değerlerinin “sentezi (birleştirilmesi)” oluyor… Başörtü (mahrem) ise,  “sentezi” değil, ‘İslamiyet’e sadakati’ simgeliyor…

“Müslüman Kadın” gibi, “Laikperest kadın” da ikiye bölünmüş; bir bölümü diğerinin ‘Gardrop Atatürkçülüğü’ne tepki gösterip, ‘Modern Mahrem’i (Sentezi) öngörüyor ki, bu da zaten ‘Türbanı seyirlik yapan’ “Küreselci Turgut Özal” Dönemi ‘saldırısı’ oluyor…

Nilüfer Göle iflas ediyor… “Modern Mahrem” mi!..

İslam ve “türban” üzerine çalışmaları ile tanınan Sosyolog Nilüfer Göle’nin, Türbanın bir “modernleşme aracı” olduğunu söylediği, ‘Modern Mahrem’ teorisi; “Türban aslında evine kapatılan genç kızların özgürleşme projesi, yani, muhafazakár aileler, kızlarına ancak türban taktıkları zaman sokağa çıkma, okula gitme izni veriyor” diyor ama; ‘göbeği açık’ olsun veya olmasın, ‘Türbanlı Kadın’ “kırılan kimlik” oluyor… Bu sebeple, “Türban” ve “Mahrem” iç içe hiç durmuyor… Mahrem mahremdir; Nilüfer Göle gibi Batıdan ‘yük getiren’ Kadınlar (ya da Şerif Mardin gibi erkekler), kaybolan “mahremin (ya da mahallesizliğinkimliksizliğin) görüntüsü oluyor… Kimliksizlik sözkonusu olduğu içinde Göle; “Hrant’ın (Dink’in) ardından ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye yürümek şundan önemliydi, ‘Biz kimlik hareketini bırakıyoruz, hak ve hukuku savunuyoruz’ demekti. Aynı şekilde ben başörtülülere demiştim ki, ‘Misyonerlerden sonra, Hıristiyan olma hakkını siz savunun…’ Bu ülkede bunları savunmak çok önemli…türban da bununla birlikte değişiyor, modanın bir parçası oluyor…kadınların türban tercihi olacak, kimisi çıkaracak kimisi takacak. Ben biraz banalleşecek diye bekliyorum” (8). Müslüman kadın, “kimliğini kaybedince” de, sadece Ermeniliği değil, Kürtçülüğü de savunuyor, Eşcinselleri de ‘kurtarmaya’ çalışıyor. Haliyle de, Nilüfer Göle’nin “Modern Mahrem” önermeleri, kucağımıza konan “sentez (hurafemiz)” oluyor… “Mahremsizlik (ar duygusu olmayışı)” “kimliksizlik” olunca, Başörtüsünün değil ‘kırılan kimlik Türbanın’ da, ‘açık kadın’ örnekleri gibi, erkeklerle sarmaş dolaş özgürleşmesi doğabiliyor…

Nilüfer Göle, mahrem ve türban konulu ‘Mahrem’ sergisi için; “İslami örtünme adına yeni bir görsel dil oluşturmak istiyoruz…” derken (Musa İğrek: “’Modern mahrem’ sergiye çıktı”, Zaman, 19.10.2007), İslam olanı “değiştirmek/dönüştürmek” istediğini de ortaya koyuyor. Göle’nin ‘Batı-Dışı Moderniteler’ adlı projesinin ilk ayağı olan bu proje, “Küreselleşme (Tek Kültür isteği)” yılları olan ‘1991 yılında yayınladığı, “Modern Mahrem” adlı kitabının gerçekleşmiş hali oluyor ki, bu da, “Batıdan (Kadınımızın üzerine yük) Gelen Kadının” yapmak istediği şeyin, “İslam olanı kırmak” olduğunu gösteriyor: “Modern ve mahremi ayrıştırmak istiyorum. Kutsalı, mahremi unutmayacağız, ama ‘yeryüzü kızları’yız neticede. Mahremi modern yutabilir…Küreselleşme karşıtları modernliği kıyasıya eleştiriyor, dedi.” deniliyor ki (9), bu da Göle gibi ‘taşıyıcıların’, farklı kültürleri “sentez yapıp”, Küreselleşmeye (Küresel Tek Yapı/Tek Kültüre) eklemlemek istediklerini gösteriyor…

Özal’lı (1980’li) yıllardaki “Modern Mahrem” Nilüfer Göle’den, bugünlerdeki Nilüfer Göle’ye baktığımızda ise, görünebilen, fikirlerinin, haliyle kendisinin iflası oluyor: “Oysa Göle’nin yaklaşık yirmi yıldır öncü göstergelere bakarak analiz ettiği gelişmelerin çoğu bugün Türkiye’de hem politik hem de kamusal alanda olanca şiddetiyle yaşanıyor. Peki o Paris’tenbu tartışmaları nasıl izliyor. Önceki gün çalışma atölyesinde buluştuk. Ben ona Türkiye’deki politik gerilim ve kutuplaşmayı soracakken o bana Avrupa’yı derinden bölen İslam’ın kamusal alanı nasıl şekillendirdiğini anlattı. Meğer burka yasağını tartışmak için Fransız siyasetçiler tarafından parlamentoya davet edilmiş. ‘Tek kelimeyle korkunç’ dedi. Avrupa’nın İslam konusunda gösterdiği cehalet ve öfkeyi görünce Türkiye’deki öncü mücadelesini mumla arar hale gelmiş. ‘1980’lerin ortasında YÖK bizleri çağırır güya fikrimize müracaat edecekmiş gibi yapıp İslam tehlikesine karşı uyarırdı. Şimdi aynısını Avrupalı siyasetçiler yapıyorİnanılır gibi değil, bana burkanın bir sembol olarak sadece aysbergin görünen yüzü olduğunu, İslami sembollerin Avrupa için ne büyük bir tehdit oluşturduğunu anlattı. Güya görüşümüzü alacak ama dinlediği yok…” deniliyor (10). Bu açıklamaların yapıldığı Hürriyet Gazetesi’nin bir diğer köşesinde yazan Zeynep Göğüş ise; “Tepeden tırnağa örtünme Avrupa değerleriyle bağdaşır mı? Bazı Avrupa devletlerinin burka ya da peçeli çarşafı yasaklama girişimleri Avrupa’nın İslamofobi defterini bir kez daha açtı. Gerçi Avrupa için İslamofobi yeni bir şey değil.Avrupalılar, oldum olası Müslüman’ı elinde kılıçla tasvir ettiler. İslamiyet’in Hıristiyanlıkla karşılaştığı ilk günden itibaren bu böyledir…Burka, çarşaf, peçe, başörtüsü…Avrupalı için bunlar kadın üzerindeki erkek egemenliğinin baskı simgeleri. Hepsinin mantığı kadını ‘görünmez kılmaya’ endeksli. Kadını erkeğin malı olarak gören bir zihniyetin ürünü. Avrupalı böyle düşünüyor. Özellikle Avrupalı feministler Müslümanlık diye aslında erkek egemen zihniyetin pazarlandığı konusunda hemfikirler…Sonuçta iş geliyor yaşam tarzı ve kadın özgürlüğü kavgasına dayanıyor. Bizde de orada da farklı bir durum yok.” diyor (11). İslam olanı tehlike gören Batılı, Nilüfer Göle’lere, “İslamı tehlike olarak” gösteriyor; onların kırdığı“Müslüman Kadın” kimliği de; “yalınkılıç” erkeğe-İslam olana ‘saldırıyor’. Göle’ler, saçmaladıklarına zaman içersinde vakıf olsalar da, tabii ki, –Ben yanılmışım, demiyor…

Nilüfer Göle’lerin görmek istemedikleri gerçek ise, ‘Batılı Beyaz Adam’ın, “İslam olana” düşmanlığının “bitmez tükenmez” olması oluyor.  Zeynep Göğüş 2004’de; “Bundan 20 yıl önce (-Özal’lı yıllarda)…AB Komisyonu Dış İlişkilerden sorumlu üyesi Cheysson Türkiye’ye geliyor. Kendisiyle yaptığım röportajda Cheyssonşöyle diyor: ‘Kadını görünür kılmadan, her alanda eşitliği sağlamadan AB’de yer alamazsınız.’….” yazmasına rağmen de (12), tıpkı Göle gibi, “Kadınımızın görünür olmasının (Kadın Açılımının)” istenilmesinin, “Müslüman Kadın kimliğinin kırılması” amacı taşıdığını görmek istemiyor… Kimileri görmek istemese de, kimileri de göremeyecek durumda olsa da, Kadınımızın “kimliğinin kırılması” sürüyor…

Peki de “Müslüman kadın kimliği” ne zaman kim kırmış bulunuyor?..

İkinci Kadın Devrimi Dönemi…

Yukarıda belirtmiş, Türbanı ‘seyirlik’ yapan “Küreselci Turgut Özal’lı yıllar” demiştim. Hatırlanırsa, Özal rahmetlinin hanımı Semra Özal hem Hacca gidiyor, hem de mayo giyip sereserpe güneşleniyordu… Bu durum, “İslam olan (Mahrem)” değil, “Sentez”, yani İslam ile, “Batılı yaşam tarzının” karışımı oluyordu… Bu ‘saldırı’, Özal’ın çevresindeki “model insan/lar”ın yaşam biçimlerinin muhafazakar olmayıp açık olması sebebiyle, “yerleşik” bir hal almıyor, Göle’nin “Modern Mahrem”i de doğmuyordu ama, “İslam” ile, “İslamdışılık olan” feminizm senteziyle Şefkatli feministler, “kırılan kimlikler” doğuyordu… Buna rağmen de, gerçek anlamdaki ‘Kadın açılımı’ ancak, “model insanların” mahrem/İslam insanlar olduğu dönemde kendisini gösteriyordu.   “Hocaefendi hareketi destekli AKP Dönemi”, Kadının açıldıkça açıldığı dönem oluyor, Atatürk döneminden sonra ‘İkinci Kadın Devrimi’ olarak nitelendiriliyordu.        

Avrupa çapında bir araştırma ve politika üretim enstitüsü olan Berlin merkezli Avrupa İstikrar Girişimi ESI, 2008 yılında; ‘İkinci Kadın Devrimi: Feminizm, İslam ve Türkiye Demokrasisinin Olgunlaşması‘ başlığıyla bir rapor hazırlıyordu. Rapora göre, Türkiye’de 2001’den itibaren başlayan süreçle birlikte ‘ikinci kadın devrimi‘ yaşanıyor; 1930’larda tek parti eliyle tepeden inme yapılan değişikliklerden farklı olarak bu hamleler, kadın hareketinin etkin mücadelesinin yarattığı tartışmanın bir sonucu olarak gerçekleşti deniliyordu (13). Rapora ait görüş belirten Yazar Nihal Bengisu Karaca; “İlginçtir, kadının statüsünü daha avantajlı bir pozisyona evirecek değişimlerin çoğu da AKP döneminde gerçekleşti..” diyordu (14.). Deniyordu ama, “Kadının geldiği konum”, Kadın hareketinin etkin mücadelesinin sonucu değil, “BM üzerinden gelen saldırılar” sonucu kazanıldığı görülemiyordu. Kadının dönüştürülmesinin AKP’nin etkisi olduğunu, AKP Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı ve Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin de söylüyor; “Fatma Şahin, Biz AK Parti iktidarı olarak ikinci kadın devrimini yaşamış bir beş yıl geçirdik ve büyük bir tecrübe sahibi olduk. Bunu kartopu gibi büyütmek istiyoruz.” diyordu (15). AKP’nin bu başarısında (İkinci kadın devrimi yapmasında; yani Kadınımızı değiştirip dönüştürmesinde), model örneklerin Semra Özal gibi değil, “İslam referanslı” olmalarının (rol çalınan örneklerin örtülü olunmasının) etkisi büyük oluyordu. İslami hassasiyeti fazla olan insanları, “İslami hassasiyetleri ile tanınmış insanların” ancak değiştirip dönüştürebileceğinin örneği de –ya da Özal’lı yılların bunun başaramamasının sebebi de– bu oluyordu…

Kendimi önemsiyorum!…

Trabzon’umuzdan Türkiye’deki gazetecileri ve entelektüelleri de “bilgilendiren” bir ‘Yazar’ olarak Ben;11 Mart 2004 tarihli yazımda; “Küresel terörizmin iki ayağı ABD ve AB’nin İslam dünyası operasyonları sürüyor. Özenle isteklerini sürdürdükleri bir konu var ki, adına ´kadına karşı şiddet´ deniyor. Bu şekilde, ´töre´ cinayetlerinden daha doğru bir ifade ile de ´namus´ cinayetlerinden söz ediliyor…´töre cinayeti´ diyerek de kadınlarımızın ´namusu´ ile savaşmaları gizleniyor…Halen yıkamadıkları ´aile müessesemize´ saldırı ´kadın´ üzerinden ya da ´namus´ cinayetlerine ´indirim´ öngören mevcut yasa üzerinden sürdürülüyor…yasak ilişki sonucu çocuk sahibi olmak da ´katliam´ denmiyor. Namus ve kadın bir arada olmamalı isteniyorBatılı için ´namus´ ne ise, bizde de o kadar olsun, fazlası olmasın isteniyor…Apo’ya indirimi isteniyor ama, namus cinayetlerine ´ceza indirimi´ bitiyor…Erkek (!) Diyanetimiz de uyum sağlamalı ya, projedeki yerini alıyor. Başkan Bardakoğlu, ABD gezisinden dönüşünden hemen sonra, “Biz öncelikle bazı büyük illerimize kadın müftü yardımcısı atamayı planlıyoruz.” diyor. Camilerde kadınlara, erkeklerle eşit olarak namaz imkanını sağlamak üzere küresel bir adım atmış oluyor…´kadınımızı değiştirme´ projemiz (!) sürdükçe kadın imamlarımız da olacak gibi görünüyor.” şeklinde yazıyordum (16).

Kadınımızı “değiştirmemizi” isteyenlerin, elin gavurunun köktendincileri olduğunu biliyordum da, veledlerinin de bunu istediğini bilmiyordum… 05 Temmuz 2004’te de bunu  yazıyor, “Yerel Gündem 21” Avrupa Birliği Gençlik Programları (saldırıları) kapsamında Trabzon Gençlik Meclisi’nin (!) davetlisi olarak Trabzon’a gelen veledlerin birinden bunu öğreniyorduk: “Belediye Başkanı Canalioğlu’na; ‘Trabzon sokaklarında yürürken kızların sayısının çok az olduğunu gördük, bunun sebebi nedir?’ diye sorunca öğrenmiş oldum! Bu sorunun altında yatan ´alçaklığı´ anlayacak ve soranı ´terbiye´ edip gönderecek sosyal yapımız olmayışını ve de AB’den ´gelen deli danalı et (!)´ yediği için “Özgürlüğü yakalamak için başka şansımız bulunmuyor” diyerek köleliğini sergileyen anlayışı bugün yazacaktım ama, olmayacak, değinip geçiyorum.” diyordum (17)…

05 Ağustos 2004 tarihinde ise, şunları yazıyordum: “´Tayip Erdoğan ve diğerleri (Eski Milli Görüşçüler)´, AKP’nin kuruluşuna kadar kamuoyunda, İslami hassasiyeti olan kişiler olarak tanındılar. İslami kimliklerini öne çıkardıkları için de sevildiler, umut oldular. AKP ile birlikte, İslami hassasiyetlerini ´kaldırdılar´, ´yıllarca söyledikleri´ni değiştirdiler…Tayyip Erdoğan, “İçe kapanma politikası ile bizi boğdular…bu çemberi biz kırdık, bir de Turgut Özal kırdı.” diyordu. Haklıydı, Özal dönemi ve Tayip Erdoğan dönemi, ´Müslüman kimliği´nin ´kırılma dönemleri´ oluyordu…´Erdoğan ve diğerleri´nin ve de saygıdeğer eşlerinin, eskiden kendilerinde saklı olan aşklarını, rüyalarını, özlemlerini artık kamuoyu ile paylaştıklarını, kafalardaki ´Müslüman kadın´ imajının değiştirildiğini artık görebiliyoruzBaşbakan Erdoğan ve eşinin tanışma hikayesi rüya ile başlıyor, Emine Erdoğan, rüyasında tanımadığı bir adam görüyor, ertesi gün, gittiği MSP’nin Milli Şahlanış Gecesi’nde kürsüde, rüyasında gördüğü adam konuşma yapıyormuş. “Kürsüdeki adam daha önce rüyasında gördüğü kişiydi…Erdoğan da Emine Hanım’ı farkediyor. Erdoğan’ın ilk işi Emine Hanım hakkında bilgi toplamak oluyor.”. Emine hanım, yaşadıklarını şöyle ifade ediyordu: “Tayyip Bey beni kürsüden görüp beğenmiş. Tabii ben de onu beğenmiştim. Birbirimize yıldırım aşkıyla tutulduk. Ancak Tayyip Bey’le flört dahi etmeden evlendik…Aşkımız orada başladı.” diyordu. Emine hanımın aşkını öğreniştik, özlemini de öğreniyoruz: “Bazen Tayyip’i özlediğimi düşünüyorum” diyordu. Tayyip Bey ve Emine hanım yıllardır siyasetin içersinde idiler ama, biz bu aşk ve özlem hikayesini daha önce dinlememiştik, demek ki, AKP döneminde anlatılması gerekiyordu!.. Tabii ki ´diğerleri´ ve sayın eşleri de durmuyor, magazinel haber oluyorlardı. Abdullah Gül ile Eşi Hayrünnisa Hanım’ın da birbirlerinden ilk görüşte hoşlandıkları, evliliklerinin tam anlamıyla bir aşk evliliği olduğu bir gazetede, “Onlar severek evlendi” yazı dizisinde yer alıyordu…Devlet Bakanı Ali Babacan ise, Bakan olmadan önce eşiyle birlikte bisiklet bindiğini söylüyor, eşiyle artık piknik yapamadığını söyleyen Zeynep Hanım ise: “Ali’yle..Birbirimizi beğendik, başbaşa ilk görüşmemiz Gaziosmanpaşa’daki Papazın Bağı’nda oldu…Bakıyorum Ali’yi hanımlar daha çok seviyor…” diyordu… İbretlik, çünkü, biliyoruz ki, Murat Başesgioğlu, AKP’den önceki dönemde de Bakan’dı ama, eşi ile aşkları ´AKP dönemi´ ile öğreniliyordu.” (18). Dahası, 12 Ağustos 2004 tarihinde ise, “Hükümet yetkilileri romantikleştikçe, aşktan, çiçekten, mum ışığından, yağmurda yürümekten…bahsettikçe Türkiye hazıroldan rahata geçiyor.” deniyor. Demek ki, Türkiye’nin rahatlamasında (!) rüyaları, aşkları, özlemleri ´yazı dizisi´ bile olan ´Erdoğan ve diğerleri´nin katkısı büyük oluyordu. Ülke sorunları ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, dahası, AKP dönemine kadar hiçbir kabinede izlemediğimiz bu magazinel gösterimin izahı, ya da ´Türkiye hazıroldan rahata geçiyor´ denilen şey, ´Müslüman kimliği´nin kırılması oluyordu-Ben Müslüman’ım diyen insanlar eliyle ´Müslüman kadın´ imajının da değiştirilmesioluyordu.” (19). Okuduğunuz gibi de, 2004 yılında yaptığım bu “tespitimin” doğruluğunu bugün bile görebilen olmadığı için, ben bu yazıyı yazıyorum….

BM ve AB’nin istediği sadece, “Arap Kızının da camdan bakmaması” değil; “tamamen evden çıkması” oluyor… Tıpkı bizdeki gibi, “Arap kızında da” yapılan “Kadın Açılımına” ve de Diyanet’te (-Kadın Müftü açılımına giden yola), Askerlikte (Kadın Kurmay, generale giden yola), Poliste yapılan Kadın açılımına ve de Güler Sabacılı “hibe paralarla” üretilen “Kadın dostu kent” saçmalıklarına, dahası da; aile içinde sadece kadının işiymiş gibi görünen “çocuk, yaşlı ve engelli bakımı için” kamuda bakım hizmet üniteleri kurmak suretiyle kadın istihdamının artırılması da istenilecek olması gibi yapılacak mevzuat değişikliklerinededeğinmiyorum… Aslında bir kitap olması gereken bu çalışmayı, ortada Müslüman olmadığı (İslamcı Yayınevleri olduğu), Akif rahmetlinin dediği gibi; Müslümanlar galiba göklerde oldukları için kitap yapamıyor; makale, ama yine bir “ilk”im olarak bilgilendirmek amaçlı yazıyorum…

Viyana Konferansı/1993 sonrası Kadın, hemen bütün toplantıların ‘malzemesi’ oluyordu, çünkü; Kadınlar üzerinden(de) Sürdürülebilirlik, yani Anglosakson-Judea ortaklığının Küresel Tek Dil-Devlet-Din(Babil Sendromu çözümü)” amacı sürdürülüyor…

Kur’an-ı Kerim’i kapa, Kadınları aç!..

Yaşanılan toplumsal hayat içersinde ister evde olsun, isterse de işte olup kariyer de yapsın, Kadın ‘hasta’; hasta olduğu için de mutsuz bulunuyor… Mutlu olabilmesi ise, mümkün değil, çünkü; “kendine/kimliğine” ait olmayan (dayatılan) bir hayatı yaşamayı sürdürüyor…

Kadın üzerinden yapılan bu dayatma zannedilmesin ki sadece bu dönemde oluyor… Hayır, değil… Jöntürklerden, ittihatçı Abdullah Cevdet’e bir Fransız edebiyatçı, “Kuran’ı kapa. Kadınları aç” demiş. Allah düşmanı manasında, “Adüvvullah Cevdet” diye anılan O adamın ise, “Hem Kuran’ı hem kadınları açmak lazım.” dediği bilinebiliyor… Batılının bunu istemesi sorun değil de, asıl sorun; –Ben Müslümanım diyen insanlar eliyle kadının/geleneğin (İslamın) değiştirilip dönüştürülmesi oluyor…

Atatürk, Kadın- Erkek üzerine diyor ki:”İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen 2 cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki bu kitlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de, kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cinsin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin!“… Değil tabii ama, “kadınımızın önünü açanlar” ‘Gardrop Atatürkçüleri’ değil, “İslam geleneğini Fûruat” görenler, “referansım İslam” diyenler oluyor… Tarihe göndermek için de yazdım…

Ahmet MUSAOĞLU / 06.04.2010