Fransızca ‘Deja vu’ ile ifade edilen, “Ben bunu görmüş, yaşamıştım” hissi (denilen şey), yani, Deja (önceden) vu (görmek.), kimilerince hâlâ da kullanılıyor. Ben de kullandım diye, -Siz bu kavramı alın kullanın, demek istemiyorum, istediğim, “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi…” şikayeti söylenilmeye başlanılmadan önce de bunu yaşamıştık; ‘alaturka’ olanı reddedip, “alafrangalaşmak” isteği, yakın geçmişimizde de yaşanmıştı, “tutmadı” demek için kullanıyorum… Yazı konumuz ‘dünkü bugün’…

Borusan Flarmoni Orkestrası ile, ünlü komedi sanatçımız (denilen) Cem Yılmaz’ın mutlu ve uyumlu ‘birlikteliği’, bugün oluyor…

Dün olanda ise; Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, kendi/İslam musikimiz yasaklanmış, yerine Garp (Batı) müziği yerleştirilmeye çalışılmıştı. “Cumhuriyetin ilk yılları..‘alaturka-alafranga’ çatışmasıyla geçmiştir. 1923’te İstanbul’daki Musiki Encümeni lağvedilip, bünyesine Batı müziği derslerinin katılmasıyla yeniden açılmıştı. 1924’te Yeni Sinema’da Osman Zeki (Üngör) Bey’in yönettiği orkestra Zeki Bey’in Cumhuriyet Marşı ile Beethoven’in Beşinci Senfonisi’ni çalmıştı. İkinci konsere çıkarken orkestranın adı artık ‘Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrası’ idi.” (Ayşe Hür: “Şark musikisinden garp müziğine”, Taraf, 23.08.2009). Bu tercih, ‘Şarkı, Türkü Devri’nin Sonu (!), ‘müzik devrimi’ oluyor, ‘medeni/çağdaş dünya’nın (Garp) musikisi, artık ‘bizim’ oluyordu!..

Borusan Flarmoni Orkestrası ile, Cem Yılmaz’ın ‘birlikteliği’ öncesinde Rahmi Koç ve Bülent Eczacıbaşı gibi “seçkinleri” görmüştük… Ne yapılsa, Klasik Batı (Garp) “değer ölçüleri”nin Doğu/İslam toplumlarında ‘tutmayışı sorunu’ endişeleri aşılamıyor. Bu sebeple, ‘argo margo’ vaziyetleri ile toplumun değerlerini ‘limon gibi sıkan’ ‘Yahşi Batı’nın kovboyu Cem Yılmaz sahneye sürülüyor; elinde bir ‘değnekle (Baget)’, bu defa Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı o yönetiyordu. Toplumun önüne bir ‘değer ölçüsü’ olarak, ‘konuldukça konan’ Cem Yılmaz’ın, Bagetli bu ‘saldırısı’ için, “Tamam, Yılmaz başta-sonda ve arada espriler patlatmaktan elbette geri durmayacaktı; ama hem Lütfi Kırdar’ın büyük salonundaki 2 bin kişiyi kahkahalara boğup, hem de konserin 2. yarısını baştan sona yönetmesini hiç beklemiyorduk…Kulağımıza, gözümüze ve ruhumuza hitap eden olağanüstü bir performanstı.” deniliyordu (Meral Tamer: “‘Cem Yılmaz Türkiye’nin Danny Kaye’i olmalı’”,Milliyet,11.02.2010).

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, 4 yıl önce, Koç Holding Rahmi Koç’a, 25 bin euro ödeme karşılığında 8 – 10 dakika orkestrayı yönetme imkânı tanımasıyla (!) Türkiye’de bir ilke imza atıyordu. Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen konserde Rahmi Koç, konuk şef oluyor, papaz eğitimi almış Antonio Vivaldi’nin, Beyazıt Operası’ndan iki arya (-Kilise müziği) ve ‘Dört Mevsim Operası 8’ eserinden bölümler seslendiriliyordu (YeniŞafak: “Rahmi Koç, orkestra yönetti,”,27.09.2007). Yaklaşık bir yıl sonrasında da, bu defa, konuk şef olarak, Bülent Eczacıbaşı sahne alıyor, ünlü Rus besteci Çaykovski’nin Fındıkkıran Bale Süiti’nin dördüncü bölümünü yönetiyordu (Öner Öngün: Sabah, “Borusan Filarmoni’yi Eczacıbaşı yönetti”, 14.11.2008). Konuk şefler tarafından yapılan bağışlar, Klasik Batı/Garp Musikisi alanında ülkemizde hizmet verecek (!) sanatçıların yurtdışında eğitim alması için kullanılıyor…

Sorun şu ki, siz “Garp’lının modeli” için Doğulu sanatçı ‘üretilse de’, asıl ‘yeşertilemeyen’, Doğulu halkın ‘yetişmesi oluyor! Rahmi Koç ve Bülent Eczacıbaşı gibi “seçkinler” üzerinden yapılan ‘pazarlama’ tutmadığı, Flarmoni Orkestarası halkı (Anadoluyu) ilgilendirmediği, ‘halk olmadığı’ için de, Cem Yılmaz devreye sokularak, hangi müziği sevmemiz bize, ‘sopa’ ile gösteriliyor. Bu durum için, “Genç neslin idolü olan Cem, göreceksiniz Türkiye’nin Danny Kaye’i olacak ve klasik müziği geniş kitlelerle buluşturacak. Sanırım bunu kendisi de istiyor; müziğe yatkınlığı da önemli bir avantaj. Hem Borusan, hem Cem Yılmaz, hem biz klasik müzik konserlerinin müdavimleri, hem de bugüne kadar hiç klasik müzik konserine gitmemiş olanlar için tam bir kazan-kazan-kazan-kazan durumu söz konusu.” deniliyordu (Meral Tamer: “‘Cem Yılmaz Türkiye’nin Danny Kaye’i olmalı’”,Milliyet,11.02.2010). Holdinglerin (uluslararası ilişkili şirketlerin) çabaları yetmediği için, Cem Yılmaz’a sahne veriliyor, Doğu/İslam Musikisine karşın hiç olmazsa bu defa “Klasik Garp (Batı) musikisinin” kazanması isteniliyor…  

Oysa, kazanılamayacağı, bir kaç “seçkinin”, zoraki tercihi olan Klasik Garp Musikisinin, “halkın tercihi” olamayacağı görülemiyor. Bu zaten ‘dün’ yaşanarak görülmüş bulunuyor. “…halk klasik Türk musikisini dinlemekten mahrum edilirken, Mustafa Kemal, özel meclislerinde İzzettin Ökte, Udi Şevki, Hakkı Derman, Şerif İçli ve Hanende Abdülhalik Beyler gibi virtüözlerden kurulmuş özel saz topluluğundan alaturka musikiyi dinlemeye devam ediyorduHem de büyük zevkle…Yasağın nasıl kalktığına dair değişik rivayetler var. Bunlardan birini aktarmakla yetinelim: Yıllar geçmiş ve 1938 yılına gelinmişti…Atatürk bir Türk müziği konseri hazırlatıyordu…6 Mart 1938 gecesi verilen konser Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduktan sonra gittiği ilk ve son konserdi. Konserden birkaç gün sonra Ankara Radyosu’ndan Türk Musikisi şarkıları, besteleri tekrar çalınıp söylenmeye başladı. Sonunda bu anlamsız yasak kalkmıştı!” deniliyor (Ayşe Hür: “Şark musikisinden garp müziğine”, Taraf, 23.08.2009). Türk Musikisi şarkılarına, bestelerine yasak kalkmıştı kalkmasına da, ‘musikimize darbe vurulması’ bitiyor muydu?…

Bitmediğini borusancıların (Holdinglerin) ‘darbelerinden’ zaten görebiliyoruz. Kilise kültürü ideolojisine sahip ‘Batılı Beyaz Adam’ın müzik/yaşam tercihinin, “uluslararası şirketler” üzerinden tercihimiz yapılmak istenildiği görülebiliyor. Dünkü “seçkinlerin” dayatmaları sonucu; “…türkü denilen türün ruhuyla pek uyumlu olmayan ciddi tavırlı adam ve kadınlar, karşılarındaki ‘değnekli adam’ın yönlendiriciliğinde, dil ve şive açısından tek tipleştirilmiş…uysallaştırılmış ve bazı durumlarda ‘medeni dünyanın müziğindeki gibi çoksesli hale getirilmiş’ türkülerimiz…seslendir(iliyordu)…” (Ayşe Hür: “Şark musikisinden garp müziğine”, Taraf, 23.08.2009), bugünkü “seçkinler”imiz, Klasik Batı (-Kilise anlayışının) müziğinin virtüözlerinden –dünyada en gözde ve zirvede– kim varsa İSKV, İş Sanat, CRR, BÜ ve  Borusan tarafından ‘üzerimize/musikimize’ gönderiliyor…

Uluslararası bir holding olan Borusan’ın, “Filarmoni orkestrası” kurup, her ay düzenli konser vermesi, Türkiye için bir ilk ve tek oluyor. “Açılış gecesi ben de bir ilki yaşadım. Sol yanımızda Borusan Quartet, sağ yanımızda  Mercan Dede ve klarnetli, neyli darbukalı ekibi. Tam karşımızda koskoca bir ekran gibi duran beyaz zemin ve çalan müziği, o zeminin üzerine anında resmeden Newyork’lu ressam Carlito Dalceggio. Bitmedi: Klasik Batı müziği ve Doğu’nun hüzünlü melodilerinin, ‘Aşk Ateştir’ adlı canlı resim performansıyla içiçe geçtiği 1,5 saatlik etkinliğin son 10-15 dakikasına 2 semazen de katıldı. Onlar ulvi bir ahenk içinde dönerken, ressam da tablosunun son eksiklerini tamamlıyordu…” deniliyor (Meral TAMER: Borusan Müzik Evi: Bu bir ilk!”, Milliyet, 10.01.2009). Kültürel değerlerimizle, Batılı Beyaz Adam’ın kültürel değerleri, Holdingler eliyle sentezleniyor

Holdingci Şakir Eczacıbaşı, Türk şirketlerinin yabancılara satışı ve özelleştirmelere ilişkin olarak, “Türkiye’nin elinde bir şey kalmıyor diye çok kızanlar var. Ama küreselleşmiş dünyada başka bir yol da yok!..” diyordu ama ( Şelale kadaK:Türk şirketlerinin satışına çok üzülüyorum ama global dünyada başka yol yok!”,Sabah,03.06.2007), asıl, bunun ‘bizim/halkın’ tercihi olmadığını söylemesi gerekiyordu. Bu ‘Garplılaştırma’ hareketinde Eczacıbaşı Grubu kurucuydu ama, şimdi Borusan ismi öne çıkmış bulunuyor… Doğuş grubu da onlar gibi ‘darbeci’, D-Marin Turgutreis “Uluslararası Klasik Müzik Festivali”, Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası ile ses vermesini sürdürüyor, Klasik Garp Musikisini Anadolu’ya yaymak istiyordu. “Festival için 20 metre eninde, 14 metre derinliğinde, çizimi Macaristan’da yapılan sahne üretildi. Türkiye’nin bu ölçülerde inşa edilen ilk açık hava sahnesi, 150 bin dolara mal oldu. Yılda 1 milyon dolar bütçeyle gerçekleşen festivalin geliri, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile birlikte yürütülen bir projeyle, Anadolu’nun çeşitli illerindeki 52 Güzel Sanatlar Lisesi’ne enstrüman bağışı olarak gidiyor…Klasik müziği Anadolu’nun her yerine yaymayı hedefleyen festivalin, bu yılki teması ‘Vatan Sevgisi’ olarak belirlenmişti…Festivalin oluşumuna öncülük eden emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, tema seçiminden, konuk ağırlamaya kadar bu festivalin oluşumuna katkısı herkesçe biliniyor. Yalman, bu yıl sahnelenen “Şehitler Oratoryosu”nu (-Oratoryo, Hıristiyanlar için dinsel eser) yazmıştı. 2009’da ‘Sakarya Savaşı’nı, evrensel müzikle buluşturacağını söyleyen Yalman, “Asker mi, müzisyen mi?” sorusuna, festivalin etkileyici atmosferinden olsa gerek  “Daha çok müzisyen” yanıtını veriyor…Yerel duyguları, inançları evrensel bir dille anlatmak belki de en iyi yol.” deniliyordu (Serpil yılmaz: “Yerelden evrensele ‘Vatan sevgisi’, Milliyet, 24.08.2008). Düşünebiliyor musunuz…   ‘Sakarya Savaşı’ ne/nerde, evrensel müzik denilen Klasik Garp Musikisi kim/nerde…  

Garp kültürünün, tamamen “Hıristiyan-Yahudi kültürü” olduğu yoksayılarak, üzerinden “Vatan Sevgisi’ doğabileceği zannediliyordu. “Şehitler Oratoryosu” denilen “dinsel hurafe”, şehitlerimizin kabul edebileceği bir şey ol(a)maz, olmuyor, çünkü, “Şehitlik”, ‘İslam olanın’ bir kavramı/kutsalı oluyordu.  Yapılmakta olan için, “yerel’den evrensele uzanmak” olduğu söylenilse de, “yerel (özel) olanı” “sentezlemek”, yani “özeli/mizi (bizi)’ Küreselleştirmek, yani “bizi  BİZ, kendimiz olmaktan çıkartmak” olduğu söylenmiyordu.

Atatürkümüz “kendi” Musikimizi tercih ediyordu ama, ‘Atatürkçülerimiz’ Mozart, gibi “köktendinciler”in eserlerinin ‘biz/Bizim’ olmasını istiyordu. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı ‘konuk şef’ olarak yöneten ‘Şişman Kedi’ Cem Yılmaz; Lütfi Kırdar’daki ‘özel konser’de Mozart, Beethoven ve Strauss’tan çalıyordu. “Bugün, ‘Türkiye’nin en iyi şişman kedisi’dediğim stand-up ustası Cem Yılmaz’ın Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile üç saat süren konuk şeflik öyküsünü yazacaktım. Antalya’da su baskınında iki vatandaşı ağaca asılı görünce, şoke oldum. İnsanlık sular altında kalmış. Şovu yazmaktan vazgeçtim.” deniliyordu ama (Meliha Okur: “İnsanlık sular altında kaldı!”, Sabah, 11.02.2010), insanlık sular altında kalmışdenilen şeyin asıl, “Mozartlaşmamız”, kendimiz olmaktan çıkmamız olduğunun görülmesi gerekiyor… Doğuş Grubu’nun düzenlediği D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali de, “Arjantin‘de tango, Amerika’da müzikal, İtalya’da opera” başlıklı  konserler sunuyor, Bach’tan Hendel’e, Brahms’tan Schubert’e, Rachmaninoff’tan Shostakovich’e uzanan yolculukta başrolde tabii ki yine Mozart bulunuyor; istenen ‘Mozartlaşmamız/ alafrangalaşmak’ oluyordu…

Avusturyalı besteci Mozart (1756-1791)’ın; “Saraydan Kız Kaçırma (Die Entführung aus dem Serail)” ya da diğer adıyla “Belmonte ve Constanze” isimli bestesi, “Müslüman Osman(lıy)”a karşı düşmanlığın sanata yansıması, ama aynı zamanda, Hıristiyan Batılının ‘toplumsal ruh hâli’ni de ortaya koyuyor. Mozart’ın eseri, Müslümanlar tarafından kaçırılarak Osmanlı paşa konağına satılan bir Hıristiyan genç kızın, Hıristiyan sevgilisi tarafından kaçırılması temasını işlemesiyle, “mutlu sonla noktalanan aşk öyküsü”ne benzese de, bu aşkın ‘mutlu sona’ ulaşması, Selim Paşa ve Haremağası Osmin’in (Osman’ın), yani Müslümanların, tutsak olan Hıristiyanların ‘önünden çekilişleriyle’ olur ki, muhtemelen de, Mozart’ın, Batıda daha bir sevilmesinin sebebi de bu çekilme, yani, kötü olan (Müslüman) Osman engelinin (inancının, musikisinin vb.) ortadan kalkmasını yaşatan ruh hâli oluyor (Ahmet Musaoğlu: “Osman ile Mozart”, Karadeniz Haber, 08.07.2004). Bugün bile Batılı Beyaz Adam’ın kafasında, “Osman’ın kültürü”, hep ‘engel’ teşkil ediyor… Saldırılarla aşılamayan bu ‘engel’ artık, bizim ‘Osmanlarla, Cemlerle aşılmak isteniliyor…

Cem Yılmaz gibi, kitleleri peşinden sürüklediği, kahkahadan kırıp geçirdiği yazıla yazıla bu durumakendisi de inanan, bir ‘en sanatçı’nın,  “Bageti sallaması” dediğimiz şey de bu oluyor. Holdingimizden, Klasik Garp Musikisini halkımıza ‘değer ölçüsü’ olarak ‘kabul ettirmek’ işi almış, “elinde değneğiyle” bizi değiştirebileceğini zannediyor… Ne esprisi var, ne de güldürme kabiliyeti; espri zannettiği şeyi önce ifade ediyor, peşinden de ilk kendi gülüyor; sonra da gülünmesini bekliyor, fanları da bu beklentisini boşa çıkarmıyor, gülünüyor, gülüyor… Oh ne ala… Fakat sorun şu ki, bu halkın, “seçkinlerin” dışında, Klasik Garp Musikisini benimseyeceğini beklemek asıl gülünesi şey oluyor… “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi..”ama, benimsememiz için yeniden hep deneniyor…

Peki de, ‘holdingler/borusancılar’, ‘konuk şefleri’ de kim olursa olsun, kendileri çalıp söylesinler ya bizi (Anadolu’yu) kendi halimize bıraksalar ya!… Ya da Klasik Garp Musikisi’nin ‘Anadolu’da benimsenmesi’ uluslararası şirketlerimizin neden dertleri  oluyor? Ya da bu ‘dayatma-darbe’ kabul görüse ne olacak?

Bu yazı, işte bu cevabı vermek, konu bu yönlü hiç yazılmadığı için de yazılıyor…

‘Bagetin’ benimsenmesi, KüreselciNler için gerekiyor….

İstenilen şarkı-türkümüzün “Mozartlaşması” ama, arka plan, bütün kültürlerin “Tek Kültür” haline getirilmesi oluyor. Ortada tacı ve asası ile, imparator ve kadroları yok belki ama, tüm ülkelerde işbirliği yaptıkları ‘Holdingler/Uluslarası şirketler’üzerinden de bu amaca ulaşılmak isteniliyor… KüreselciNler, Babil Sendromu çözümü olan, “Küresel Tek Yapı”, yani “Tek Devlet/Dil/Din” amacına, Küresel İlkeler Sözleşmesi üzerinden de yaklaşmış bulunuyor…

İşte, ilişki ağlarında holdinglerin daha bir ‘sahne almaları’, ‘sopalı konuk şefleri’mizin doğması da, bu amaca katkı oluyor… Klasik Türk Musikimiz ve Halk Musikimizden (!), ‘Batılı Beyaz Adam’ın çok sesli müziğiyle çekişmeden/çatışmadan “içiiçe/sentez” yaşaması isteniyor…

Peki de, “Osman” olarak kalıp Mozartlaşmak, yani “medenileşmek/çağdaşlaşmak” mümkün olabilir mi?..

Hayır olmaz… Olmadığı da zaten yaşanarak görülmüş bulunuyor…

Alaturka-Alafranga ‘çatışması’ denilen de zaten bu ‘fark’ oluyor…

Sözkonusu sentez, ‘musikimize darbe’, ama tabii ki, “Müslüman Osman’ın/Musikimizin “kimliğinin kırılması (teslim alınması )” da demek oluyor…

Çünkü, “Osman Osman”dır, Mozart da Mozart

“Osman Mozart” veya “Cem Mozart” ya da “Hıristiyan Müslüman” olmaz, olmuyor…

Frenk mukallitliği (Batılı Beyaz Adam’ın töre, adet ve hayatına uygun tarzı benimseyiş) ile, medenilik/çağdaşlık denilen şey karıştırılıyor… Ancak “Osman/kendin” olmak, ‘Osman/kendin olarak kalmak’ medenilik/çağdaşlık olur, oluyor… Batılı Beyaz Adam’ın tarihine bakın, size; “medeni/çağdaş” hiç olmadığını zaten öğretiyor

Haydin ‘borusancılar’, ‘konuk şefleri’nizle birlikte buyurun “Şarkı, Türkü söylemeye ve dinlemeye de”… Çünkü, çağdaşlık/medenilik denilen şey ‘Doğulu’dur, ‘Doğu’dadır… “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi(nin)” tekrarını duymamanız için de, gönderin ‘musikinizi’, Klasik Garp Musikisini kendi topraklarına, o ancak Batıda, Batılı’da; vahşette yaşar, yaşatılıyor… Biz alaturkayızalafrangalaşmak istemiyoruz, siz çalın siz oynayın… Bu anlamda hiç söylenilmemiştir, ‘go home’…

Ahmet MUSAOĞLU / 14.02.2010