Sümela (Meryem Ana) Manastırı’nın (!), Ortodoks dünyasının Meryem Ana Günü’nü kutladığı 15 Ağustos’ta ayine açılması, tabii ki de, milli bütünlüğümüze/dinimize ‘saldırı’ olan ‘inanç turizmi’ üzerinden ‘turist/para gelecek’ diyen ‘safdiller’ dışındaki Müslümanları üzerken, dünyanın dört bir yanındaki Ortodokslar’ı, bir nevi ‘hacı olma’ yerlerine kavuştukları, ama tüm gayri Müslimleri, “Müslümanlara karşı” bir zafer daha kazandıkları için memnun etmiştir… Tanzimat dönemlerinin idare şekli, “Taviz vere vere ülke yönetmek” olduğu için de, ben şahsen, bu “kara 15 Ağustos (2010) gününü üretenleri” affetmem, affetmiyorum… Bu itirazım, “tarihe gönderdiğim” bir tespit, aşağıdaki gerçekler de, “Trabzon Tarihi’ne ve ‘Gerçek Tarihe’ göndereceğim görüşlerim  oluyor… 

Sahte Tarih Modeli…

Avrupamerkezci “Sahte Tarih Modeli” anlayışı, insanoğlunun yeryüzünde görülmesi ile başlayan ve bugüne kadar gelen ‘uygarlığı’ bir ‘bütün’ olarak görmeyi reddeder. İşte bu  reddediş, ‘Batı Uygarlığının Tarihi’ diye bir ‘tarih modeli’ne dönüştürülmüştür.

Batı’da, 19’uncu yüzyılda icat edilen bu “Sahte Tarih Modeli”nin ‘iki temel ayağı’ bulunuyor. Bunlardan biri, “Eski Yunan” miti, diğeri ise, “Hıristiyan-Yahudi” dinsel birlikteliği oluyor. Eski Yunan miti ‘kabulüne’ göre, bugünkü Batı Uygarlığı Yunanistan(anakarasın)da doğmuş olup, sonrasında Roma üzerinden Orta Çağ Avrupa’sına, Rönesans’a ve oradan da bugünkü konumuna ulaşmıştır. Bu sahte model‘in ‘diğer temel ayağı’ olan Hıristiyan-Yahudi dinsel bileşeni ise, 19’uncu  yüzyılın sonlarına (1880 yıllarına) doğru Avrupa’da ortaya çıkan antisemitizm (Fenike, Arap, Yahudi düşmanlığı) akımı  sonucu sarsıntıya uğramış olsa da, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden tamir-tesis edilmiş ve yeniden “Eski Yunan” mirasında birleşilmiştir. Bunun sonucu olarak da, “Sahte Tarih Modeli” ideolojik temelini, “üstün ırk yok, üstün kültür var; bu kültür  “Hıristiyan-Yahudi kültürüdür” zeminine oturtmuştur…

‘Eski Yunan’ yalanı…

Oysa Batı uygarlığı’, hiç bir biçimde sadece ‘Avrupa’ya/Batılıya’, “Hıristiyan-Yahudi kültürüne”  özgü bir uygarlık değildir. İnsanlık medeniyeti, Eski Yunan, Roma’nın henüz birer kulübe topluluğu bile oluşturmadığı dönemlerde haşmetli imparatorluklar kuran Ortadoğu‘lu toplumların eseri olmuştur.

Bu gerçeğe yönelik en şiddetli saldırılar, ‘Sahte Tarih Modeli’nin doğumu öncesi olan, 18’inci yüzyılın sonu, 19’uncu yüzyılın başlarında yapılmıştır. 1821’de Yunan ayaklanmasının başlatılması, 18’inci yüzyıldan gelen Helen (Yunan) hayranlığını üst boyutlara vardırdı ve Yunanistan’ın, Avrupa’nın timsali olduğu imajını goluşturdui. Üstelik bu ayaklanma, Balkanları (da) elinde tutan Müslüman düşmana, Osmanlı’ya karşı bütün Avrupa’yı (Hıristiyanlığı) birleştirmişti. 1840-50’de, “Ari Model” geliştiriliyor, bu “Ari Model” bilahare, 1880’e doğru ileri sürülen “Hint-Avrupa Dil Ailesi” fikri ile de destekleniyordu. Hint-Avrupa dil ailesinin oluşturulmasıyla, Hint-Avrupalılar ya da Ariler (Hint Avrupa dilini konuşanlar) bir “ırk” olarak kabul edildi ve bu gelişmiş uygarlıklar kurma yeteneğinin, sadece bu büyük ırka (Ari ırka) mahsus olduğu, Hint-Avrupa dili konuşmanın, uygar olmanın ilk koşulu gibi algılanması sağlandı. Böylelikle, Batı Uygarlığının Beşiği Yunanistan’dır efsanesi de ortaya atıldı. Oysa, Uygarlığın beşiği Yunanistan’dır (-yani Eski Yunan) miti, ideolojik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır (1). İlmilikten uzak bu ideolojik görüş, ileri sürülürken de; “Eski (Antik) Yunan”lılarla “bugünkü Yunanlılar” arasında bir ilgi de kuruluyor ve bugünkü Yunanlıların, Eski Yunanlıların torunları olduğu da ileri sürülüyordu.

Fakat, kesin olan bir şey var ki, “Eski Yunan” denilen insanların, “bugünkü Yunanlılar” ile herhangi bir ilgisi yoktur. “..bugünkü Yunanistan halkının ırk bakımından Eski Yunanlılarla bağlantısı yoktur…ve bugünkü Yunanlılar kilisenin büyük etkisi ile Hıristiyanlaştırılmış olan İslav’lardır.” (2), s.20). Çünkü, “…M.Ö.V.yüzyılda Eski Yunanlıların nesli tükenmişti.” (3). Dahası, ‘Uygarlığın beşiğinin Yunanistan’ olduğunu ileri süren bu ‘sahte model’, “Eski Yunan” olarak tanımladıkları Ege bölgemizde gelişen uygarlığın; Mısır’ın, Mezopotamya’nın ve Fenike’nin öğrencisi olduğunu ve sözkonusu bu uygarlıklardan “beslendiğini” görmezlikten gelmişti. Bu “yoksayış” ile birlikte, Asya’dan Avrupa’ya, kuzeyden yapılan “Ari Fethi modeli” yalanını ‘Yunanistan’a uyguladılar. Kuzeyden gelen istilacıların Yunanistan’a girerek, buradaki kültüre baskın geldiğini ileri sürüldü. ‘Eski Yunan’ mitinin daha bir inandırıcılığı için de, “kuzeyli (sahte) istilacıların” Kıbrıs, Suriye-Lübnan ve özellikle de Anadolu sahillerinde “koloniler kurmaları” da gerektiğinden (!), kuzeyden Yunanistan’a girdiklerini iddia ettikleri istilacıların, Yunan anakarasından Anadolu’ya geçerek, Batı Anadolu kıyılarında  koloniler; Trabzon’u da kuracak (!) Milet gibi koloniler  kurduklarını da ileri sürdüler

İşte, ‘Sahte Tarih Modeli’nin, bütün bu yalanlarının farkındalığı yaşandığı zaman, ortada ne bugünkü Yunanlılara irtibatlandırılan Eski Yunan, ne “Bizans Devleti” iddiaları, ne de “Pontusçuluk” kalabiliyor. Tabii ki de, Trabzon’u Milet’lilere ‘kurdurtan’, Ksenophon’un “Onbinlerin Dönüşü” hurafesi ile destekleyen “Sahte Tarihin’ de değiştirilip, “yeniden yazılması” gerekiyor… Bu da hiç olmazsa “ilk” bize nasip oluyor, aslında bu konuyu kitap yapmak istesem de, olmakta olan bu makale oluyor…

Bizans ve Rum İmparatorluğu yalanı…

Tarihte ne “Bizans İmparatorluğu” ne de “Trabzon Rum/Pontos İmparatorluğu” yaşamıştır. Bu ikisi de, tıpkı Eski Yunan miti gibi ideolojik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkartılmıştır.  Bütün bu tanımlamalar “dini/ideolojik” amaç için uydurulmuş kavramlar olmaktadır. Bizans tanımı, 17’nci yüzyılın ortasından itibaren canlılık göstermeye başlamış, ama asıl da 19’ncı yüzyılla sahne almıştır.  “Bizans tarihi üzerine çalışanlardan ilkinin ise, Heronymus Wolf (1516-1518) olduğu ifade edilmektedir (4). Ü İlber Ortaylı’ya göre de, Bizans ismi; Hieronymus Wolff’un kaleminde, yıkılan Doğu Roma’yı Bizans diye kasıtlı ve yanlış bir isimle adlandırması olmaktadır (5). Yani, Bizans İmparatorluğu yoktu, varolan, “Doğu Roma” idi, ama “Bizans İmparatorluğu” üretiliyordu. “Bizanslılar kendilerine Bizanslı demiyorlar, Doğu Roma’ya atfen ‘´Romanoi´’ diyorlardı. Bizans terimi ancak 19. yüzyılda kullanılmaya başlandı.” deniliyordu (6). Bizans diye bir devlet yoktu, uydurma bir isim/tarih oluyordu: “Bizans isminde devlet var mıydı?: Bizans sonradan uydurma bir isimdir. Bizans, Doğu Roma da değildir. Bizans dedikleri Roma’nın ta kendisidir. Bazı tarihçiler, Avrupa’daki Roma – Germen İmparatorluğu’nu Roma olarak yorumluyor, öbürünü, Bizans diye bize iteleyip kakalamaya kalktılar.”  da deniyordu (7). Zira onlar, Büyük Roma İmparatorluğunun varisleri, (Doğu Roma oluyor, Bizans “uydurma” isim oluyordu. Bizanslı denilenler kendilerini her zaman “Romalı” olarak adlandırmış, Bizans İsmi de, “Eski Yunan” tanımı gibi “uydurma” oluyordu.

Ortada Bizans Devleti, dolayısıyla tarihi de hiç yok ama, ne yazık ki, devletin kurumu TTK, Bizans Devleti adı altında eserler yayınlamakla tarihe de aykırı iş yapıyordu. Ama dahası,, bugünkü Yunanlılarla da irtibatlandırılması ile, ülkemiz toprakları üzerinde hak iddia edilmesine sebep olunuyordu.

Bizans tanımı, “Protestan Hıristiyan/mezhep din” faktörü için gerekli oluyordu. Batı Roma (Katolik Hıristiyanlık) düşmanı “Doğu Roma’ya (Ortodoks Hıristiyanlara)”, yani Bizans denilen insanlara duyulan bu ilgi (!), hem “Hıristiyan (Protestan ve Katolik Hıristiyanlık) mezhep çatışması” için, hem de Müslümanlara karşı mücadele sorunu olarak, Protestan Hıristiyan, ama 1789 Fransız İhtilali denilen vahşet dönemiyle birlikte “ortaklıkları” başlayan Yahudi çevrelerde ortaya çıkıyor, Bizans üretimi asıl da, İkinci Dünya Savaşı sonrası ise, parlak devrine giriyordu.

Bugünkü Yunanlılarla irtibatlandırılan “Rum” tabiri de bunun gibi bir başka yalan oluyordu. Çünkü, “Rûm” tabiri, ‘Doğu Roma’yı ifade eder, Roma’dan kalma “Rûm” anlamında oluyor. Bizans denilen devlete ait topraklar Doğu Roma’nın olduğu için de, bu toprakları fetheden Osmanlı padişahlarının unvanları arasında, ‘Sultan-ı Rûm’ da bulunuyordu. Midhat Sertoğlu’nun “Osmanlı Tarih Lûgatı”(Enderun Kitabevi, 1986) sözlüğü, ‘Rûm’ maddesinde: “Bu kelime Arapçaya Rumi şeklinde geçti. İmparatorluğun hákim olduğu yerler ve bu arada bilhassa Anadolu Mülk-i Rûm diye anıldı. Sonraları, aynı memleketlere sahip olan Osmanlı hükümdarlarına Rûm padişahı demek ádet oldu ki Roma İmparatoru demekti.’” deniliyor (8). Doğu Romalılara, ‘Romalı’ anlamında, “Rum” diye gelmişizdir.

Mevlana’nın, ‘Mevlana Celaleddin-i Rûmi’ olarak tanımlanması da bu sebeple oluyordu. Burada Rumî kelimesi, Gümüşhaneli, Bursalı manalarında Gümüşhanevî, Bursavî dendiği gibi “ülke ve coğrafi bölge” manasında kullanılıyor. Rûm, ‘Doğu Roma’, Rûmi ise, ‘Doğu Romalı’ oluyor. Rumî, demek, Rum’da –Roma topraklarında– yaşayan, yani Anadolulu demek oluyor. Yoksa ırkı/milliyeti “Rum olan” demek olmuyor. Bu topraklarda Rum var deyip, bunu Yunanlılarla da irtibatlandırmak, yalan oğlu yalan oluyor…  Pontos yalanı da bu yalanlardan biri oluyor..

Pontus yalanı…

Sahte Tarih’in yalanlarını ele aldığımızda, Pontus meselesinin de, 19’ncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonunu getiren “ırk/millet türetmeleri” çerçevesinde ele alınması gereken bir durum olduğunu görebiliyoruz. Yoksa Pontos’da ne bir imparatorluğun ne de bir halkın ya da bir kültürün adı değildir. Araştırmalarını, ‘Pontos, Rum varlığına inanarak” sürdüren Ayşe Hür bile, “Kaynaklarda ‘Pontuslular’ ya da ‘Pontuslu Rumlar’ diye anılan ve Rumcanın Romeika denilen bir diyalektini kullanan topluluğun, 1204 yılında Konstantinopolis’in 4. Haçlı Seferlerini takiben Latinlerin eline geçmesi üzerine Trabzon’a yerleşen Bizanslı soylu ailelerin karışımı olduğu sanılır.” diyor (9). Okuduğunuz gibi de, sanılmanın da ötesinde, bugünkü Yunanlılarla irtibatı olmayan “Pontoslu/Rumlar”, her dem karışım toplumu olan Anadolulu insanlar, Doğu Romalı kalıntısıdiyebileceklerimiz oluyor.

Rumca denilen dili konuşan Ortodoks bu insanlar, 19’un yüzyılda, Osmanlının yıkılmaya başla(tıl)dığı dönemde “kilisenin/misyonerliğin”, tabii ki de o dönemin ABD’si olan İngiltere’nin yürüttüğü ‘saldırılar’ karşısında yüzyıl sonuna doğru kendilerini “Yunan milletine ait olmayı” benimsemek zorunda kalanlar da oluyor. Dolayısıyla da Rumluğun arka planı da dini/ideolojik oluyor. Osmanlının hemen her tarafında kültürel olarak başlatılan “ırkçılık/ulusculuk” hareketleri, bilahare “siyasal milliyetçiliğe” dönüştürülüp –tıpkı bugünlerde Kürtler üzerinden olduğu gibi-, “aynı dili konuşan” insanlar üzerinden “millet/devlet” talebine geçiş sağlanılıyor.

Bu ‘dini/ideolojik’ amacın ötesinde Pontus kelimesi, geçmişte Yaratılışı; nereden geldik nereye gidiyoruz (?) sorusunun cevabını arayan insanların, “hiçbirşey “yokken (Kaos’tan) her şey oldu (Yaratlış Gerçeği)”, yani hiçbir şey yokken ortaya çıkan “deniz”e verdikleri isim oluyor. “İlk başta Boşluk…uçsuz bucaksız boşluk vardı. Derken Toprak (Gia) belirdi…Toprak bu boşluğun içinde belirdi…Gaia evrensel anadır. Ormanlar, dağlar..engin gök, hep Gaia’dan, Toprak Ana’dan doğar. “Toprak Pontos’uDeniz’i doğurunca, Pontos (deniz) onu tamamlarPontos (-deniz deniliyor ama, Karadeniz değil, evrensel okyanustans söz ediliyor) yüzeyde ışıklıdır, ama derinlerinde tamamen karanlıktır, bu da onu tıpkı Toprak gibi bir yönüyle Kaos’a bağlar…Pontos, denizi temsil eder, aynı zamanda onuruna bir kült sunabilecek bir tanrısal güçtür (10). Görülebildiği gibi de, Pontus, bir kültürün ya da bir halkın adı değil, evrenin başlangıcındaki suyun (deniz) adı oluyor. “Suya/okyanusa” verilen “Pontus” isminin, Karadeniz ile de, Karadeniz  bölgesinde yaşamış bir kültür ve halkla da ilişkisi bulunmuyor. Din ve bilim tarihinden gelen, “her şeyin başlangıcı su”dur önermesinin ifade edilmesi oluyor.  Bunun yerine bir halktan, kültürden, hatta bir krallık veya imparatorluktan söz edilmesi, Eski Yunan, Bizans, Rûm yalanları gibi yalan oluyor.

Sahte Tarihte, Milattan Önceki, birinci “Pontos devleti” olarak gösterilen devlet, Pers soylusu Mithradatestarafından kurulmuş bir Anadolu Devleti olup, kaynaklarda yazıldığı gibi Yunan (Pontos) krallığı da hiç değildir… Daha sonraki asırlarda, 1204’de Aleksi Komnen tarafından Trabzon’da ikinci Pontos devleti veya “Trabzon (Kommegene) Rum İmparatorluğu” kurulduğu iddiası da koca bir yalan oluyor.

Pontoscu (kimliği kırılmış) Ömer Asan, ‘Pontus Kültürü’ isimli kitabında, “Pontos ise deniz anlamına gelir. Bu adı denizimize (yani Karadeniz’e) Eski Yunanlılar vermiştir.” dese de (11), açıkladığımız “Pontus gerçeği”, Karadeniz’e de Pontus denilemeyeceğini gösteriyor. Zaten, Ömer Asan da, Pontus’nun “deniz” anlamına geldiğini kabul etmekte, “Mitolojiye göre adı deniz anlamına gelen Pontos, Hesiodos’un Theogonia’sına göre, Gaia’nın (Toprak Ana) tek başına meydana getirdiği bir tanrısal varlıktır. Efksinos Pontos hakkında elimizde yeterli bilgi ve belge yoktur.” açıklamasıyla da (12), Karadeniz’e Pontus denilemeyeceğini kendisi de kabul ediyor, ama yine de Pontos-Karadeniz zırvalarını ileri sürebiliyor. “Pontos, arayıp da bulamadığım kimlikti. İçinde ne yazıldığını bilmediğim bir kimlik. Pontos’u bulmuştum ama içinde bir çok kimlikle birlikte; Khaltlar, Makronlar, Doriler, Armenler, Persler, Yunanlılar ve en son Oğuzlar. Peki ben kimim? Bu sorunun da yanıtını bulmalıydım. Elinizdeki bu kitap –biz kimiz- sorusunun yanıtını arama çabasıyla oluştu.” diyerek (13), tarihte yaşamamış bir halkın (Pontusluların) üretimine/yalana katkı koyuyor. Bay Asan’ın, “Oysa Yunanlılar Anadolu’da bir kültür hazinesi bırakmışlar. Kazdığımız toprağın, kaldırdığımız her taşın altından Yunan kültür mirasının kalıntılarını bulmaktayız…Bize bilim ve kültürü ulaşan sadece bir toplum olmuştur ki o da sadece Yunan’dır.” ifadeleri de (14), Pontos yalanına katkı yanında, “bilim-medeniyet tarihi” bilgisinden de uzak olduklarını ortaya koyuyor.

Ve Sümela yalanları…

Sümela manastırının kuruluşuna ait “belgeli bir tarih” yoktur. Varolan sadece, Batılı Beyaz Adam’a ait rivayetlere dayalı, “köktendinci” yalanlar oluyor. Bu palavralara göre, Sümela; Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375-395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulmuştur. Bu yalanı teyid etmek için uydurulan bir başka rivayete göre de,eksik olan Meryem Ana resmi (güya), İsa’nın havarilerinden Lukas tarafından yapılmış. Lukas’ın terekesinden Atina’ya geçmiş fakat Theodosius devrinde, 4.yüzyılda resim kendiliğinden buradan ayrılmak istemiş, bir gün melekler tarafından gökte uçurularak Trabzon dağlarındaki bu kovuğa getirilip bir taşın üzerine bırakılmıştır (bu şekildeki bir iddiayı eserine, yazısına taşıyan herkesin, bırakın eserinden, yazısından, aklından şüphe ederim) Tam bu sıralarda Atina’dan Trabzon’a gelen Barnabas ve Sophronios adlarında iki keşiş de bu ücra dağın ıssız yamacında bu resmi bulmuşlar ve burada Anakaya Kilisesini inşa ettirmişlerdir. Bu “sözde kilise”ye, bu tarihi yazan, eserine veya yazılarına taşıyanın ve de bu yalanlara inananların aklından şüphe etmenin ötesinde, hemen “Beyaz Gömlek” de giydirmek gerekir. Ne yazık ki de bu deli (ama köktendinci) saçmaları hemen herkes tarafından kabul görmektedir. Buna kendi devletimiz de çanak tutmaktadır. Yine başka bir palavraua göre, büyük bir kasırga sırasında Meryem’in yardımı ile canını kurtaran III.Alesios (1349-1390)burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirmiş, zengin vakıflar bağışlamış,  bir khrysobullos yani bir ferman ile de bu vakıflarını sağlam esaslara bağlamış iddialarına da inanacak halimiz yoktur. Manastırla ilgili Sultan II.Bayazıt, I.Selim, II.Selim, III.Murat, İbrahim, IV.Mehmet, II.Süleyman, Mustafa ve III.Ahmet tarafından fermanlar da çıkarıldığı, Sultan Selim’in hediye ettiği şamdanlar 1877′de çalınmıştır şeklindeki iddialar da –belgeye inanmamız gerektiğine göre-, olması gereken  belgeleri/fermanlar görülmeden kimsenin bu iddialara inanmaması gerekir; yok eğer inanan olursa da –akıl, bilimsel olması gerektiğine göre– aklından şüphe ederim diyorum. Sümela ile ilgili, III.Alexios devrine ait freskler tespit edildi, bugün bu portrelerden hiçbir iz kalmadı, 18. yüzyılda birçok bölümü yenilenmiş, bazı duvarlar fresklerle süslenmiş iddiaları da bunun gibidir. Bence Sümela tarihi, esas olarak; 19’uncu yüzyılla, Osmanlı’nın yıkılmaya başladığı yüzyılda başlamış, şu an görünen büyük yapıların ilave edilmesiyle manastır görsellik kazanmış, bu görselliğin yeni olduğunu algılayamayanlar da bugün,bilmem kaç asır evvel bu manastırı o yamaca nasıl yapmışlar diye aval aval yamaca ve tarihe bakmaktadır!..

Sümela ile ilgili, Türkçe olarak Trabzon hakkında yazılan başlıca kitaplarda, işe yarayacak herhangi bir bilgiye rastlanmaması da Sümela tarihinin ‘yeni’ olduğunu düşündürtüyor. Rivayet şeklinde gelen palavralar da, yabancı kaynaklardan geliyor. Sanat tarihçimiz Semavi Eyice; 1962 yılı Temmuz’unda yerinde, Sümela Manastır alanında yaptığı incelemelerde, “Anadolu’daki kilise ve manastırların hemen hemen birçoğunda olduğu gibi, Sumela’nın da kuruluşunu oldukça eski tarihlere çıkarmak isterler. Bu havalinin evvelce Rum ahalisi arasında yaygın ve Trabzon hakkındaki Rumca kitaplarda tekrarlanan kuruluş efsanesine göre, manastırın esası Theodosius devrinde kurulmuş ve altıncı yüzyılda İmparator Iustinianos devrinde kumandan Belisarius tara­fından yeniden yapılmış idi. Fakat bu rivayeti kabul ettirecek hiçbir ilmî dayanağın bulunmadığı, burasını inceleyen yabancı mütehassıslar tarafından kesin olarak bildirilmiştir. Buranın başlıca gelir kaynağı olan bir Meryem Ana resminin eskiliğine ve mucizeler yaratmağa kadir olduğuna halkı inandırmak böylece onun değerini büyültmek için uydurulduğu kolayca sezilen bir efsaneye göre güya bu resim, İsa’nın Havvarilerinden Lukas tarafından yapılmış idi, ve Lukas’m terekesinden Atina’ya geçmiş fakat Theodosius devrinde, dördüncü yüzyılda, resim kendiliğinden buradan ayrılmak istemiş, birgün me­lekler tarafından gökte uçurularak Trabzon dağlarındaki bu kovuğa getirilip bir taşın üzerine bırakılmıştır. Tam bu sıralarda Atina’dan. Trabzon’a gelen Barnabas ve Sophronios adlarında iki keşiş de bu ücra dağın ıssız yamacında bu resmi bulmuşlardır. Fallmerayer’in yazdığına göre, daha 1840’da keşişler, bu “harikulade” resmin, Türkler tarafından yakılmak istendiğini fakat yanmadığmı, balta ile parçalanmak istendiğini, fakat kırılmadığını, dereye atıldığını, fakat suyun sürüklemediğini anlatıyor ve resmin tahtasındaki bir çatlağı Türklerin baltasının izi olarak gösteriyorlardı. Halbuki Fallmerayer, belirli bir alaylı ifade ile resmin iddia edildiği gibi hiç de o kadar eski olmadığını, ve âdeta teşhis edilmez bir halde kararmış bulunduğunu, etrafında ise kabartmalar ile süslü gümüş çerçevenin onyedinci yüz­yılda Trabzonlu bir sanatkârın elinden çıkmış olabileceğini yazmak­tadır…Bu çeşit rivayet ve efsanelerin, basit bir hıristiyanlık gayreti ile yaratıldığı ve mütemadiyen tekrarlanarak âdeta zorla etrafa kabul ettirildiği bilinir. Böylece hakkında böyle rivayetler çıkarılan tesisler de güya çok eski bir tarihe inmektedir. Zaten, Hıristiyan ve üstelik Yunan sem­patizanı olan Batılı ilim adamlarının bile sağduyuları, bu çeşit riva­yetleri red etmelerine kâfi gelmiştir. Anadolu’nun daha birçok kilise ve manastırının kuruluşlarının, böyle efsaneler ile iddia edildiği gibi eksik olmadığı artık anlaşılmıştır.” diyor (15). Eyice, sözkonusu makalesinde ayrıca, dağın kayalarında uzaklardan be­yaz bir leke halinde taşan bu kışla biçimli yapı, manastırın 1860’daki büyük tamir ve genişletilmesinde inşa olunmuştur, büyüklüğünden başka, kayda değer hiçbir mimarî özelliği olmayan alelade bir binadır da demektedir (16).

Sümela (Meryem Ana) Manastırı denilen yapının bulunduğu bölgede, bırakınız 3-4’ncü yüzyılı veya III.Alesios (1349-1390) döneminde söz konusu olmasını, 2010 yılında bile “devamlı iskan” yoktur. İklim ve bölge şartları da zaten buna hiç müsait değildir. Ülkemizde kırsal alanlarda görülen, “Devamlı”ve“Geçici” olmak üzere iki farklı kır yerleşme şekline (köy ve mahallelerden oluşan Devamlı iskan edilen kır yerleşmeleri ile, çoğunlukla yaz mevsiminde yerleşilen mezra, kom, oba, yaylak olarak adlandırılan Geçici iskan edilen kır yerleşmelerine) uygun bir ortam ya da yapılanma mevcut değildir. Manastır mevkiinde/yörede zaten tarım ve hayvancılık yapılamaz, ancak 1 saat kadar güney/yayla bölgelerinde hayvancılık sözkonusu olabilir ki,o da, insanlar hayvanlarını otlatmak için sürekli geçici dolaşmak zorundadır. Haliyle de, Sümela yöresi, “devamlı iskan edilen kır yerleşmesi” hiç olmadığı gibi,“Köy altı Kır yerleşme (yani Geçici kır yerleşmebölgesi dahi olması (ki, bir veya birkaç evin bir araya gelmesinden oluşur)”, bırakın geçmişi, bugün bile (Milli Park olmasa dahisözkonusu  edilemez

Yerleşmeyi etkileyen faktörler olan İklim (olumsuzluğu), nüfus (olma azlığı), yeryüzü şekilleri (topoğrafyanın uygun olmaması),  Toprak (tarıma ve hayvancılığa elverişli olmaması), Ekonomik (kaynak yoğunluğu gibi) yokluklar da zaten, Sümela yöresinin “kalıcı iskan yeri” olmasını, hatta “Geçici İskan yeri” olmasını engelleyen faktörler olarak –bırakınız asırlar öncesini– bugün bile önümüzde durmaktadır. Tabii ki de –geçmişte-, 16’ıncı yüzyılda Osmanlı’da, Maçka nahiyesinde, önemli oranda Ortodoks Rûm yaşadığını kabul ediyoruz. Fakat, Maçka’ya 17 km. uzaklıkta –her türlü yerleşimden uzak– Sümela yöresinde, bir “Devamlı/Kalıcı Kilise” bulunabileceğinin izahı kolay yapılamaz. Yaklaşık 500 küsur sene sonrası bugün bile, o bölgede “Kalıcı Cami” yokken, asırlar öncesinde Devamlı/Kalıcı Kilise” bulunabileceği kabul edilir görülmüyor. Sümela mevkii için demiyorum, daha yükseklerdeki/güneydeki yaylalar bölgesi (buraya hayvanları için çıkan insanlar) için en fazla, “yazlık/geçici kır yerleşmesi” olmuştur ama, Sümela alanı/mevkisi olacak gibi değildir. Sümela alanı (patika olması) belki, daha yükseklerdeki ağaçsız alan olan Yayla alanı/bölgesi ile, Maçka Nahiyesi arasında soluklanmak, belki geçici/gecelik konak yeri ya da Maçka ve Trabzon’a karşı “yazaylarında/geçici” doğabilecek düşman tehlikesine karşı -en fazla- “ileri karakol/irtibat yeri” görev alanı olmuştur. Sümela’nın, güneyindeki Dilaver tesisleri alanı civarından görülebilmesi de bunu düşündürtür niteliktedir. He rne olursa da olsun Sümela alanı, hiçbir zaman, “Devamlı/Kalıcı yerleşme yeri” olmamıştır diyorum. Bu görüşüm, Hanefi Bostan Bey’in, “XV ve XVI yüzyıllarda Trabzon şehrinde nüfus ve iskan hareketleri” isimli eserinde yer alan; “1583 yılında Maçka nahiyesine tabii 71 köy, 15 mezra ve 1 Kilisâ-i Sümela adını taşıyan kır iskân merkezi bulunmaktaydı. Bu kır iskân merkezlerine mezralar ve ayrı olarak kaydedilen ‘cema’at-i sipahiyân’ grubu katılmamıştır. Çünkü bu nahiyenin mezralarında nüfus bulunmamaktaydı. Sipahiler cemaati de belli bir iskan merkezinde değil, muhtelif köylerde yaşamaktaydı.” şeklindeki ifadesinin de (17) açıklaması olmaktadır…   

Sümela ile ilgili olarak, 1869 (H.1286) yılından itibaren çıkan “Trabzon Vilayeti Salnameleri”ne baktığımızda, 1869-1887 yılları arası (1872-1873-1874-1875-1876-1878) Salnamelerinde Sümela Manastırı’ndan söz edilmediğini görebiliyoruz. Sözkonusu Salnamelerde; Trabzon Sancağı’nda Asar-i atikalar’dan söz edilirken;“Maçka nahiyesinde dağ ve taşlar tepelerinde küçük küçük pek atik ve harap kale binaları bulunduğu. Nefs-i Tirebolu kasabasının vüsatında sahil- bahirde vaki taş üzerinde bulunan kale durumunda Meryem Ana harap bir adet kilisa olduğu.” açıklaması ise görülebilmektedir (18). Salnamelerde yıllarca sürdürülen, “Maçka nahiyesindeki harap kale binaları” açıklamaları, Semavi Eyice’nin; Sümela için yaptığı, “kışla biçimli yapı” tanımını; bizim de, bir “boğaz” niteliğindeki bu vadinin yamacındaki Sümela yapısının –belki de-, bir ‘geçici/gecelik konak yeri’ veya “ileri karakol/irtibat yeri” olduğu görüşümüzü destekler niteliktedir. Sözkonusu Salnamelerde, Meryem Ana Kilisesi ismine rastlanılmamasıbu isimdeki bir kiliseye ancak, Tirebolu kasabasında rastlanılması ise, Meryem Ana isminin, 19 yüzyılda Sümela’ya taşındığını hatırlatır niteliktedir. Salnamelerde (1906 yılında) ayrıca, Maçka’ya tabii köylerde beş-altı yüzden ziyade “kilise” bulunduğunun ifade edilmesi de, kilise yapılarının sonradan, 19’uncu yüzyılın (özellikle) ikinci yarısından itibaren ürediğini gösterir niteliktedir. 1888 yılı(H.1305) Salnamesi’nde, Maçka nahiyesinin bazı dağ ve tepelerinde küçük kale harabeleri vardır denilirken, Trabzon Sancağı dahilinde kain –Sumela- yani Meryem Ana manastırı doğrudan doğruya Dersaadet’de Rum Patrikhanesi’ne bağlıdır da denilmektedir (19). Bu da, Sümela’nın yerel bir kilise olmadığını, Osmanlının en zayıf olduğu (yıkılmaya yüz tuttuğu) ve Amerikalısı dahil, 11 Konsolosluğun da bulunduğu yıllarda “gelen baskı”nın Sümela’yı ve bugün Sümela alanında görülen o muhteşem (!) yapıyı da ‘anlatır’ nitelikte oluyor. Ayrıca da, Meryem Ana (denilen) Sümela vadisinde, 1901 yılından sonra “Yazlık/Geçici (Muvakkat) Pazar Yeri” kurulmaya başlanması ve Trabzon vilayeti Maçka dahilinde Muvakkat (geçici) Pazar Mahalleri’nden birinin, bir günlük ‘Meryem Ana Manastırı Pazaryeri’ ve gününün 15 Ağustos olması da (20), Sümela’nın, neden bugün (15 Ağustos’ta) Ortodokslara ibadete açıldığının da arka planını ortaya koyar nitelikte olurken, bu ‘Pazaryeri Açılımı’nın’, bugünkü -baskıyla gelen- ‘Açılımlardan’ farkı olmadığını, ama aynı zamanda, ‘Sümela Manastırı vakası’nın –palavra rivayetlerinin ötesinde-, 1901 yılında bile “kalıcı” değil, ancak ‘geçici yer/alan’ olarak kullanıldığının gerçeği oluyor.

Ksenophon/Anabasis palavraları…

Trabzon’un kuruluş tarihi ile ilgili olarak ‘belge’ kabul edilen eserlerin başında Ksenophon’un (M.Ö. 430 – 355), Anabasis (On binlerin Ricatı) adlı eseri geliyor. Bu eser, Pers İmparatorluğu’nun Batı Anadolu satrabı (valisi) olan Kyros/Keyhüsrev’in, babası II. Dareios/Dara’nın, ölümünden sonra tahta çıkan kardeşi II. Atrakserkes’e (M.Ö. 404 – 358) karşı isyan ederek bir ordu toplamasını, M.Ö. 401’de Salihli’nin 8 km. batısındaki antik Sardes kentinden yola çıkılıp, Anadolu’yu boydan boya geçip Babil (Bağdat) yakınlarındaki Kunaksa’da, “Pers imparatorluk ordusuna (yani Perslerin yine Perslere) yenilgisini ve Kyros’un öldürülmesinden sonra başıboş kalan Pers ordusundaki “Onbin kadar Yunanlı paralı askerin!!!”, ülkelerine dönmek için Doğu Anadolu’yu, güney – kuzey istikametinde geçtikten sonra Trabzon’a varmalarını (ve sonrasına) anlatmasına paralel olarak (dolayısıyla da), Trabzon’un Tarihi ile ilgili olarak bugüne değin yazılan bütün kitap, eser ve makalelerde, “Ksenophon’a/Yunanlılara” atıfta bulunulmasına zemin oluşturmuş bulunuyor. M.Ö.400 öncesi için de, Trabzon’un, M.Ö.700 civarı, “Miletliler/Yunanlılar” tarafından kurulduğu iddiaları ile birleştiriliyor…

Milletliler iddiasına daha aşağıda değineceğim de, bu bölümde, Ksenophon/Anabasi’i esas alıp da tarih yazanların akıllarına da hitap edeceğim… Ksenophon’un Anabasis isimli eserini (21) şöyle değerlendirirsek de…

1-M.Ö.400’lerde “tüm Anadolu”, Perslerin egemenliği altındadır. Ortalıkta, “bugünkü Yunanlıların atası” olabilecek bir yapı ya da Perslere galebe çalacak bir yapı yoktur.

2- Eserin ilk üç bölümünde hiç (faal) olmayan Xenophon’un, Üçüncü kitaptan sonra, öne çıkan esas şahsiyet haline gel­diğini görüyoruz, ki bu durum düşündürücüdür…

3- Eserin tercümelerinde, Kyros’un Pers ordusu paralı (amaçları menfaatten başka bir şey olmayan) “On bir bin hoplit ve iki bin peltast olarak söz edilen kişilerden (13.000 kişiden), Yunanlılar olarak bahsedilse de, M.Ö.400’de Yunan denilen insanlar bulunduğu iddiası yalan oğlu yalan oluyor.  Zaten, On Binler için eserde, “karmakarışık” bir kütle idi, aralarında adalılar, Akdeniz, halkları, İyonyalılar, hattâ Asyalılar (vb.) vardı şeklindeki açıklama ve bazı tercümelerde Yunanlılar yerine Hellenler denilmesi (dolayısıyla bu bölgeden miras isteyecek) Yunanlıların sözkonusu olmadığını ortaya koyar niteliktedir. Yunanlılar’in kendilerine mal ettikleri Hellen=Helen adı, “Doğu Akdeniz sahil halkına toptan verilen bir addır. Mısır’lı, Fenike’li, Anadolu’lu vb. bu kavramı oluştururlar…bu ad (Hellen=Helen), tam anlamıyle bir sentezdir” (22). Bu açıklama da, Kyros’un ordusunda ‘Yunanlı olmadığının’ delili oluyor..

4- Eserde, 13.000 kişi için, “dört yüz araba”dan sözedildiğine göre, 32 kişiye “bir araba” düşmektedir, ki, bu da doğru olabilecek bir haber olmuyor. Araba­ların at, öküz ve eşeklerle çekilmesinden söz edildiğine göre de, bunların “elli kilo­metrelik” merhaleleri nasıl katettikleri de –aklı olanlar için- akledilmesi gereken şey oluyor, doğru olamıyor.

5-Babil yakınlarında savaşan iki ordudan Kyros’un ordusu; 100 bin kişiden ve detakriben yirmi kadar oraklı arabadan ve de 13 bin kişi kadar olan Yunanlıdan (denilenden) ibarettir. Buna karşın, savaştığı kardeş II. Atrakserkes’in ordu kuvveti ise, 1.200.000 adamla, iki yüz oraklı araba, ayrıca da, Artagerses kumandasında 6000 süvaridir. Bu orantısız güce rağmen de, yenilen tarafta bulunan ‘Yunanlılar’, savaşa giriyor, ama nasıl olmuşsa, böyle bir savaştan neredeyse hiç ‘Yunanlı (denilen)’ ölmüyor! Savaş öncesi sayı kadar insan olarak da, yurtlarına geri dönüyor! Bu hadise de, normal aklın kabul edebileceği bir şey olmuyor.

6-Eserde, “Onbinlerin geçtiği güzergahta” Gymnias müstesna hiçbir şehrin adı, Ksenophon (Xenophon)tarafından (!) zikredilmemiştir. Bu şehrin, bu­günkü Bayburt’un olduğu yer olduğu ileri sürülüyor ki, bu da “Onbinler-Trabzon” iddialarını inanılır kılmıyor.

7- Onbinler denilenlerin, Kunaxa savaşından sonra geldikleri Sardes istikametine değil de, neden istikameti değiştirip kuzeye, Trabzon’a doğru (!) yola çıktılar, bu sorunun da açıklanması gerekir, ama izahı yok; dahası, 2400 yıl önce, Kuzeye doğru Doğu Anadolu, Muş Bitlis Sıradağları, Van Bölgesi volkanik dağlarını ve Karadeniz dağlarını, üstelik de kış şartlarında nasıl aştılar da Trabzon’a nasıl vardılar, kim böyle bir iddianın akıllı bağdaşabilecek bir izahını nasıl yapabilir (!!!), ki, yapamaz; yapılamayacağı için de “Onbinler yürüyüşü” kabul edilebilir olmuyor. Yapılabilir “iddiasında’ bulunabilecek olanlar varsa eğer, bırakınız 2400 yıl önce bu yolculuğun yapılmasını, bugün/2010’da, aynı (at eşek, taşınacak yük ve peşinden gelen düşman Perslere rağmenekipmanla –üstelik de, yol güzergahlarının hemen doğusu da Perslerin asıl ülkesi İran olduğuna göre de-, kış şartlarında böyle bir güzergahı geçebilirler mi (?) ya da bırakın geçmelerini, bunun sadece izahını bile yapabilirler mi? Ya da sözkonusu bu ‘yürüyüş’, hiçbir Pers satraplık ordusuna rastlamadan Trabzon’a, oradan da Sinop’a gelinmesini kim nasıl izah edebilir!..

Yapılacak tek izah, sözkonusu eserin, Batılı Beyaz Adam’a göre yazılan ‘Sahte Tarih’in, oluşturulduğu 19’uncu yüzyıl ‘üretimi’ olmuş ihtimalini düşündürtmesi oluyor. Zaten birçok yazarın, Kurus’un seferinden bahsederlerken, Xenophon’un adını bile zikretmemeleri de, söz edilen yalanları ortaya koyan bir başka delil oluyor.

Bundan 2400 yıl önceki şartlarda –Karduk’lar memleketine (!) girişlerinden Trabzona varışlarına kadar, yani M.Ö. 401 yılı Kasım’ından, 400 Şubatına kadar südüğü ileri sürülen– “Onbinlerin dönüşü” iddiası, iyi bir masal bile olmuyor, olsa olsa, iyi bir yalan oluyor… Bunun dışındaki iddialar için, en iyi izah, “Ey akıl neredesin!” oluyor…

Ortada ‘akıl’ olmadığı için de, “Trabzon’un Tarihi”, M.Ö.700’de Miletliler ile başlatılıyor…

Trabzon’u ‘Miletliler kurdu’ yalanı ve Fenikeliler…

Fatihin fethettiği, Yavuz’un şehzadeliğinde yönettiği, Kanuni’nin doğduğu Kent/eski bir başkent ruhun yaşadığı şehir/Trabzon…

Trabzon’un da yer aldığı Doğu Karadeniz’in tarihine ait bir takım bilgi ve belgeler mevcutsa da -tarihin derinliklerine baktığımızda-, o devirlere ait henüz kesin bilgi ve belgeler yoktur. Buna karşın, bölge tarihi ile ilgili olarak bugünedeğin yapılan yayınlara göz attığımız zaman –gelen bilginin-, tüm tarihi “din/mezhep savaşları tarihi olan” Batılı Beyaz Adam tarihi üzerinden gelen “yalanlar üzerinden”; bugünkü Yunanlılarla da irtibatlandırılan “Eski Yunan”, dolayısıyla da Trabzon’un Milet’liler tarafından kurulduğu yalanı üzerinden gelen ‘sahte bilgi’, ‘Sahte Tarih”ten yayılan ‘kirlilik’ olduğunu görüyor, başka bir bilgi de bulamıyoruz. Üstelik, Miletliler Yunan değil, İyonya’lı, yani Anadolu halkı, Yunanlılarla en küçük bir ilgisi yokr. Efesos ve Miletos gibi adların öz Anadolu kültürü olduğunun ifade edilmesi de bu oluyor. “..özellikle –s (s) ve -nd/t (h) sonlu adların Doğu Anadolu çıkışlı olduğunu söylemek isterim…..bilimsel gerçekler, Ephesos ve Miletos adlarının özde yerli Anadoluluğunu belgeler.” denilmesi de budur (23). Üstelik de; “İyonya kültürü varken Yunan anakarası Karanlık çağdaydı.” (24).

Yazımızın baştaraflarında ifade ettiğimiz gibi de, Yunanistan’a giren “kuzeyli (sahte) istilacıların”; ideolojik/dini ihtiyaç için Anadolu sahillerinde “koloniler kurmaları” da gerektiğinden, Sinop ve Trabzon Milet’lilere kurdurulmuş bulunuyor! Bunu öngören 19’uncu yüzyıl üretimi ‘Sahte Tarih Modeli’ sebebiyle, 1892 yılı Trabzon Salnamesi’nde de yer alan, Tarihin bize verdiği malumata göre, Karadeniz’in henüz gayr-i meskun olduğu bir zamanda “Miletos” nam Yunan hükümdarı bu havaliye bir takım familyalar gönderdi, Trabzon şehrinin Yunanlılar tarafından bina olunduğu açıklamalarının (25) hiçbir değeri olmuyor…

 Zaten ‘bilim tarihi’, Yunan kolonileri “denilenlerin”, Yunanlı (denilenler) tarafından değil, daha eski bir ulus olan –Karadeniz’deki de ticaret gayretlerini gözönünde aldığımızda- Fenikeliler tarafından kurulduğunu ortaya koyuyor. Çünkü, o dönemlerde Asur egemenliği, karadan Karadeniz’e doğru genişlerken, Fenikeliler de, Karadeniz’den Atlas Okyanusu’na, denizlerde cirit atıyordu! Hal bu olduğu için de, Trabzon’un kuruluş tarihi, alfabeyi de bulan Fenikelilere yakışıyor. Fakat, Köktendinci ‘Batılı Beyaz Adam’, uygarlıkla Ortadoğu’lu insanları “buluşturmak istemediği için”Karadeniz’de de Ortadoğulular/Fenikeliler yoksaymış bulunuyor. Çünkü, Fenikeliler; Suriye kıyılarında, Lübnan dağları etekleriyle Akdeniz arasında uzanan dar bir şerit halindeki bölgede yerleşmiş olan Samî asıllı bir ulus oluyordu.

Zamanlarında, üstün bir denizci millet olarak,  gemilerle dolaştıkları denizlerin egemeni olan Fenikeliler, Akdeniz,  Ege denizi ve 12.yüzyılda Karadeniz’de ulaştıkları kıyılarda, kıyı şehirleri (koloniler) meydana getirmiş, Trabzon’da bunlardan biri oluyor. TÜBİTAK, Bilim Teknik Dergisi’nde Fenikelilerle ilgili olarak; “Dünya birçok yeniliği onlarla tanıdı. İlk camı onlar yaptı; modern alfabenin kökenlerini ortaya atan yine onlardı. Denizde yıldızlara bakarak yönlerini tayin eder, uzak diyarlara yelken açarlardı…Kenan (Fenike) Uygarlığı MÖ 12. yüzyıldan itibaren Akdeniz kıyılarında yaşamaya başlamıştı…Atlas Okyanusu’na kadar ulaşan bu seferler, ticaret amacıyla yapılıyordu…Fenikeliler için ticaret ve keşif aynı anlama geliyordu neredeyse…Okyanusun kapılarına kadar giderek gördükleri Cebelitarık kayalarına Melkart’ın Sütunları adını vermişlerdi.. Fenikeliler. Kalay Adası denen İngiltere’ye, Kehribar Kıyısı denen Baltık ülkelerine kadar gidiyorlardı… Fenikelilerin kuzeye doğru, yayılmayı sürdürdüğü ve Karadeniz kıyılarında da yerleştiği biliniyor. M.Ö. 521 yıllarında Fenikeliler Karadeniz’e geçtikten sonraKızılırmak ağzına gelerek Bafra ve çevresine yerleşmişlerdi…MÖ 538’de Fenike, Pers egemenliğine girdi. Bir kara imparatorluğu olan Persler Fenike gemilerinden askeri amaçlarla yararlandılar. Pers hakimiyetiyse Büyük İskender’in gelişiyle son buldu. MÖ 65 yılından sonra Roma İmparatorluğu Fenike’yi Suriye vilayetinin bir parçası ilan etti.” denilmesi de (26), Fenike-Trabzon/Doğu Karadeniz ilişkisini ortaya koymasının yanında, “Anadolu’daki Yunan” palavralarının ötesindeki Gerçek Anadolu Tarihi de oluyor. Alfabe’nin Fenikelilerden “çalınıp” “oluşturdukları Sahte Yunan’a verilmesi gibi, “Trabzon/Karadeniz tarihi” de onlardan çalınmış bulunuyor.

Trabzon Tarihi’nin yeniden yazılması gerekiyor…

Avrupamerkezci(Euorasantrizm) ‘Sahte Tarih Modeli’ anlayışı, “Anadolu’da Grekleri (-Eski Yunan denileni), Hititlerden sonraki tek ve büyük kültür olarak görmek istediği için de, onları daima kaynak ve hareket noktası olarak almıştır” (25). Hatta, Hititleri de üretip, Hititlerin ‘Hint-Avrupalı’ olduklarını da ileri sürerek, Sami (Ortadoğu) dünyasına bir “barikat” da dikmiştir. Avrupamerkezci bu ‘yalan’ sebebiyle, Hitit’in boynuzlarına sahip çıkarız da –tıpkı Eski Yunan ve Sümerler denilen uluslar yalanları gibi-, tarihte Hitit isminde bir ulusun yaşayıp yaşamadığına, sözkonusu bu ulusun, Anadolu’muzun gelişmiş ilk medeniyetlerinden olan Hatti’ler olup olmadığına; Hatti’lerin, Hint-Avrupa ırkı safsatasına sokulamaması sebebiyle bu ulusa Hititler denilip, ‘Hint-Avrupa ırkı’ yalanına sokulup sokulmadığına ise kafa yormak bile istemeyiz. Anadolu’muzun “en eski büyük” medeniyetlerinin, Hatti ve Hurri medeniyetleri olduğunu, geçmişte Anadolu’muza, ‘Hatti ülkesi’ denildiğini biliriz deHatti ve Hurri medeniyetlerini oluşturan ulusların, Ortadoğulu (Sami) uluslar olmaları sebebiyle bu gerçeği yok sayıp, Anadolu medeniyetlerini Hitit’lerle başlatmak “yalanından”  keyif almayı hâlâ da sürdürüyoruz!..

Anadolu’muzun batı (Ege) kıyısında yer alan Milet’te yaşamış olan ÖklitThales (M.Ö.625-547), Anaksimondros(M.Ö.610-547)ve Efes’te yaşamış olan Herakliotos (M.Ö.550-480)gibi biliminsanlarına sahip çıkmayız da, bu sahipliği,darıltmamak (üzmemek) için 19’ncu yüzyıl üretimi millet “bugünkü Yunanlılara” ve onların ataları denilen ‘Eski Yunan’ yalanına bırakırız. Bugün ki Yunanlılar, “Eski Yunan” denilenlerle irtibatlandırıldığı için de, Yunanlılar daima, -Biz Anadolu’nun sahibiyiz, Anadolu bizimdir, Trabzon Rum’dur iddiasında bulunmakta, ‘tarih satan millet’ olarak biz ise, kendi öz mülkümüz içersinde gerçek bir ‘ev sahibi’ gibi değil de, bir ‘kiracı gibi’ yaşamayı sergilemeyi –kendimizi/insanımızı kandırarak da– sürdürürüyoruz!..

19’uncu yüzyıldan beri süren bu “kendimizi kandırmanın” ve Trabzon’un Tarihi’ni Fenikeliler’den çalan hırsızlığın da bitirilmesi, bugüne değin yazılmış kitap ve yayınlarda geçen, ‘Trabzon’u Miletliler kurdu’ yalanın düzeltilmesiiçin de,  Trabzon Tarihi’nin ‘yeniden yazılması’ gerekiyor… Yeniden yazılacak ‘Trabzon Tarihi’nin, ‘Sahte Tarih Modeli’ne göre değil de, ‘Gerçek Kültürel Tarihsel Modele’ göre –ki, böyle bir ilk çalışmam da bulunuyor– yazılması gerekiyor. “Kara 15 Ağustos (2010) gününü’ yeniden üretenlere de ‘aklınızı başınıza toplayın’ demek için de ‘Trabzon Tarihi’nin ‘yeniden yazılması’ gerekiyor…

Umarım ve dilerim ki, bu çalışmam bir ‘ilk adım’ olur… Yoksa, Batıcı olan olmayan, ‘farkındalık’ yaşayamayanlarımızın da yalanlarını okumaya daha çok devam ederiz, edeceğiz…

Ahmet MUSAOĞLU / 14.08.2010